Kamuoyunda “11. Yargı Paketi” olarak bilinen kanun teklifi taslağında yer alan LGBTİ+ karşıtı maddelere dair avukat Doğa Karaman ve avukat Hayriye Kara Sendika.Org’a konuştu

Kamuoyunda “11. Yargı Paketi” olarak bilinen kanun teklifi taslağında yer alan LGBTİ+ karşıtı maddelerin, gelen tepkiler üzerine taslaktan çıkarıldığı yönündeki kulis haberler geçtiğimiz günlerde kamuoyuna yansımıştı.
Haberler ardından 15 LGBTİ+ derneği ortak bir basın açıklaması yapmış, açıklamada, nefret maddelerinin gündeme geldiği andan itibaren; mücadeleyi büyüten feminist örgütlere, kadın örgütlerine, hayvan hakları örgütlerine, sivil topluma, sendikalara, siyasi partilere ve desteğini sunan tüm hak savunucularına yürekten teşekkür edilmişti.
Gösterilen güçlü ve ortak tepkinin, “toplumsal muhalefetin kazanım elde etmedeki gücünü bir kez daha kanıtladığı” belirtilmişti.
Her ne kadar maddelerin kanun teklifi taslağından çıkartıldığı yönünde haberler yansısa da kesin bir gelişme söz konusu değil.
Söz konusu paket içeriğine ilişkin avukat Hayriye Kara ve avukat İlayda Doğa Karaman Sendika.Org’a konuştu.
Avukat Hayriye Kara ve avukat İlayda Doğa Karaman yanıtlıyor:
11. Yargı Paketi’ndeki maddeler kaldırılmazsa LGBTİ+’ları neler bekliyor?
Söyleşinin tamamına buradan ulaşabilirsiniz 👇https://t.co/cQTKikDgQO pic.twitter.com/I9bHgjOGba
— sendika.org (@sendika_org) November 13, 2025
Bu düzenlemenin yürürlüğe girmesi halinde LGBTİ+’lar nelerle karşı karşıya olabilir?
Bu düzenleme LGBTİ+ların hayatlarına, varoluşlarına ve bedenlerine saldıran bir düzenleme. Eğer yasalaşırsa sadece kamusal alanda kalmayıp özel alanlara da müdahale eden bir uygulamayla karşı karşıya kalabiliriz. Tasarıda “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı teşvik eden, öven veya özendiren kişilere” yönelik öngörülen cezalar var. “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyet” ne demek? Nasıl tanımlayacağız bunu? Neye göre tanımlayacağız? Ya da genel ahlak ne demek? Gerçekten kimin ahlakı? Toplumsal karşılığı ne bunun? Bunlar çok muğlak kavramlar. Bu ifadede aleniyet aranmıyor. Bu da bu düzenleme ile özel alana da girileceği anlamını taşıyor.
Yani bir kişi özel alanında da iktidarın tanımlamasıyla doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunursa cezalandırılabilecek. Bunun yanı sıra taslağın ikinci kısmına geçtiğimizde “Bu davranışları alenen teşvik eden, öven, özendiren kişilere” yönelik öngörülen cezalar olduğunu görüyoruz. Teşvik etmek, övmek, özendirmek bunlar sübjektif kavramlardır. Neye göre teşvik etmek? Kime göre teşvik etmek? Kime göre övmek? Bu kavramların ceza kanununda yeri yok. Çünkü bir belirlilik yok. Ortada bir muğlaklık var. Bu da demek oluyor ki, uygulamada her türlü tutum ve davranış doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı olarak değerlendirilebilir ve kişileri bu doğrultuda cezalandırabilir.
Bunun bizim hayatlarımıza yansıması nasıl olacak? İlk olarak LGBTİ+’ların varoluşlarını doğrudan tehdit ediyor. Hem özel alanda hem kamusal alanda. LGBTİ+’ları kamusal alandan silmeyi hedefleyen, kamusal alanda var olmasını engelleyen bir düzenlemeye, bir uygulamaya dönüşebilir. Bu doğrultuda LGBTİ+ hakları alanında çalışmak, LGBTİ+ haklarına dair ya da toplumsal cinsiyet eşitliğine dair konuşmak, buna dair herhangi bir simge, eylem fark etmez; bunlar çok rahat bir şekilde “Teşvik etmek, övmek, özendirmek” olarak değerlendirilebilir.
Bunu şu anda da eylemlerde görüyoruz. Gökkuşağı bayrağına “yasaklı” deniliyor. Doğrudan LGBT+’ların temsiliyeti olan bir gökkuşağı bayrağı olmasa bile okullarda artık gökkuşağını yasaklamaya başladılar.
Bu zihniyetin uygulaması nasıl olur? Sadece LGBTİ+’larla sınırlı kalır mı? Bunu da bir düşünmek gerekiyor. Çünkü bizim cinsiyet-cinsiyet rolleri dediğimiz şey dinamik bir şeydir. Kişilerin cinsiyet ifadesi de dinamik bir şeydir. Bugün feminen olarak adlandırılan bir tutum ve davranış iki gün sonra maskülen olabilir ya da ikisinin arasında olabilir. Bu aslında cinsiyet ifadesi norm dışında kalan herkes için uygulanabilir bir yasa. Ve yine kadın haklarına dair bir cümle kurulduğunda da “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışları alenen övmek, özendirmek, teşvik etmek” olarak algılanabilir. Sonuç olarak bu düzenleme doğrudan bizim mücadelemize, birlikte mücadelemize, varoluşumuza, bedenlerimize yönelik bir saldırı, bir düzenleme olarak karşımıza çıkıyor.
Muğlaklık sıkıntısıyla karşı karşıyayız. Burada muğlaklık söz konusu olduğu için de doğrudan doğruya yargılama örnekleriyle birlikte bir içtihat gelişebileceğini düşünüyorum. Ama paket oldukça geniş. Burada doğrudan “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum” söyleminden ne kastedildiği anlaşılmadığı için belki bir kadının kısa saçlı olması, bir erkeğin uzun saçlı olması ya da kulak deldiriyor olması bir risk arz ediyor olabilir. Ama burada doğrudan ne olduğunu tanımlamak açısından biz de sıkıntı yaşıyoruz.
Ve enteresan bir şekilde taslakların tamamında da daha öncesinde basına yansıyan taslaklarda da karşımıza çıkan başka bir şey var. Aslında cinsiyet hanesi aynı olan vatandaşların herhangi bir şekilde resmi evlilikleri mümkün olmasa da bu kişilerin evlilik adında ya da nişan adında bir tören düzenlemesi hali de cezalandırılabilecek bir şekilde yer alıyor. Bu da bizi doğrudan doğruya aslında günün sonunda cinsiyet kimliği ve cinsiyet beyanına ya da cinsel yönelime ilişkin olarak görünürlük yaratacak herhangi bir gelişmenin silinmesiyle karşı karşıya bırakıyor. Bunlar doğrudan LGBTİ+’ları etkileyen şeyler.
“Peki hiç başka kişileri etkilemeyecek mi?” sorusu varsa da aslında bize şunu söylüyor: “Toplumsal cinsiyet” kavramının kullanımı da günün sonunda “LGBTİ+ özendirici” olacak şekilde tanımlanıyor olabilir.
Maddede özellikle “Alenen cinsel ilişki ve teşhircilik” cezalarını 1-3 yıl arası olarak değiştirdiği ve burada doğuştan gelen biyolojik cinsiyet dediği için de sadece LGBTİ+ özneleri değil aslında toplumsal cinsiyet eşitliği alanında savunuculuk yapan herkesi etkileyecek bir kısıtlamayla karşı karşıyayız. Bu da savunuculuk alanlarının daha da daralacağı yönünde bizi tedirgin ediyor. Çünkü bu bir gün sosyal medyada yaptığınız bir paylaşım olabilir, yarın bir gazetecinin köşe yazısındaki bir kavram olabilir ya da bir müzik grubunun konserinde kadınların birbirine daha yakın dans ediyor olması bile aynı şekilde doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı olarak tanımlanıyor olabilir. Bu sebeple de aslında net olarak “Şu tip eylemler sebep olur” diyemiyoruz ama bu kadar geniş bir yelpazede neyi doğuştan gelen biyolojik cinsiyete aykırı atfediyorlarsa istedikleri kişiyi de bu şekilde rahatlıkla cezalandırabilecekleri bir muğlaklık alanı yaratacaklarını düşünüyorum.

Avukat Hayriye Kara (solda) ve avukat İlayda Doğa Karaman (sağda)
Bu tasarının siyasal gerekçesi hakkında ne düşünüyorsunuz? “Aile Yılı” olarak nitelendirilen ve bu yönde pek çok adımın atıldığı bu yıl içinde bu düzenlemeleri iktidarın politikaları doğrultusunda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında LGBTİ+’lara yönelik saldırılar yeni değil. Biliyorsunuz ilk toplantı ve gösteri yürüyüşüne saldırı 2015 yılında gerçekleşti. 2015 yılından bu yana artarak devam eden saldırılarla karşı karşıyayız. LGBTİ+’lar elbette bunun lokomotifi ama toplumsal cinsiyet eşitliğine, feministlere, kadınların kazanılmış haklarına yönelik çok ciddi saldırılar var. Özellikle 2019 sonrası ve beraberinde pandemiyle birlikte, 2020 sonrası artan ekonomik krizle birlikte daha da görünür hale gelen açıktan hedef göstermelerle karşılaşıyoruz. En son 2025 yılı “Aile Yılı” ilan edildi. Hangi aileden bahsediyoruz? Emek sömürüsüne dayalı ev içi şiddeti, öldürülen onlarca kadını tartışmıyoruz bile. Artan cinayetleri, sokaktaki fütursuzca artan erkek şiddetini tartışmıyoruz bile. Çünkü bu şiddet yargı eliyle, devlet politikalarıyla teşvik edilen bir şeye dönüştü. Erkek şiddeti devletin tüm kurumlarıyla teşvik ediliyor. Bu noktada derinleşen ekonomik krizi de tartışmıyoruz. Yoksulluğu tartışmıyoruz. Yoksunluğu tartışmıyoruz. Yani destek alabileceğimiz hiçbir mekanizma yok. Yargının geldiği durumu da tartışmıyoruz ve etkili bir yargı, etkili bir koruma mekanizması yok. Ne oluyor? “Aile yılı” ilan ediliyor. Aileyi de, ailenin ne olduğunu da tartışmıyoruz. Ama uygulamaya, pratiğe baktığımızda aslında aile gerçekten sömürüye dayanan, kadınların, çocukların evin içinde hapsedildiği, LGBTİ+’ların hem özel alanda hem kamusal alanda varlıklarının olmadığı bir tanımlama var. Şu anda yapılan da bu. Şimdi asıl tartışılması gereken konular tartışılmazken nefret körükleniyor ve o üstünü örtme, bu nefreti körükleme ve LGBTİ+’lara yönelen nefret ve hedef göstermeler lokomotif olmuş durumda.
Bu hale gelmesi, ailenin parlatılması yeni bir şey değil ama artarak devam eden bir politikanın sonucu. Doğrudan LGBTİ+’lara ve varlıklarına, bedenlerine yönelik hedef göstermeler var. Devletin üst düzeyleri tarafından bir hedef gösterme, kriminalize edilme ve şeytanlaştırma var. 2020 yılında Diyanet İşleri Başkanı olan Ali Erbaş’ın cuma hutbesini hatırlayalım. Bu hutbede LGBTİ+’lar, “zina yapanlar”, HIV’li yaşayanlar pandeminin sebebi olarak gösterildi. Bu noktada ilk hedef evet LGBTİ+’lar olarak görünse de aslında kapsamı artarak devam ediyor. Bununla beraber norma uymayan, hakkını isteyen kadınlar da hedef gösterildi. Mesela pratik olarak kürtaj yaptırılamıyor, “kürtaj hakkı” kampanyası devam ediyor ve bu konuda mücadele ediliyor. O yüzden ilk etapta LGBTİ+’lar göze çarpıyor gibi görünse de bu Aile Yılı aslında hepimizi tehdit ediyor.
Cinsiyet uyum süreçleri bu düzenlemenin neresinde yer alıyor?
İki farklı düzenleme getiriyor. Bunlardan birincisi mevcutta aslında ameliyat izni ve cinsiyet hanesi değişikliğini düzenleyen Türk Medeni Kanunu’ndaki madde 40’a dair yapılan atıflar. Bir diğeri de aslında henüz böyle bir madde ya da uygulama yokken Türk Ceza Kanunu’na yeni bir madde ile getirilen “Aykırı cinsiyet değişikliği” adı altındaki düzenleme. Bunların ikisi bir arada okunduğunda da oldukça zaten gerici ve sınırlayıcı bir his veriyor. Öncelikle şubat ayında sızan bir yasa tasarısı vardı. O yasa tasarısında da yine cinsiyet uyum sürecine sürecine dair etkiler olacağı ya da değişiklikler yapılacağı konuşulmuştu. “10. Yargı Paketi Taslağı” olarak sızdırılan yasa tasarısında da cinsiyet değişikliği yaş sınırını 18’den 21’e çıkarmayı öngörmüşlerdi. Şimdi ise yaş sınırı bakımından 21’le yetinmemişler, tekrar 25’e çıkarmak üzerinde bir değişiklik yapmışlar. Yine şubat ayında 10. Yargı Paketi’ne de yansıyan bir düzenlemeyle üreme yeteneğinden yoksunluk şartını geri getirmeye çalışıyorlar. Bu aslında geçmiş düzenlemelerde de mevcut olan bir şarttı fakat insan haklarına aykırı ve cezalandırıcı bir tarafı olması sebebiyle hem Anayasa Mahkemesi tarafından hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından aykırılık tespit edilerek kanundan çıkarılmış bir maddeydi. Şimdi ise Anayasa Mahkemesi’ne aykırı bir şekilde kanuna tekrar eklenmeye yönelik bir çalışma içerisinde olduklarını görüyoruz.
Hastanelerden alınan ameliyat izni raporlarına dair daha detaylı bir sınırlandırma getiriyor. Burada mevcut pratikte en az bir yıl kadar bir süre içerisinde hastanede zaten takip altında olmanız gerekiyor ve ameliyat izni alırken de hastaneye “Cinsiyet uyum süreci için ameliyat olmaya uygun mudur?” sorusunu da soruyorlar. Bu düzenleme ile denetim daha da detaylandırılmış durumda. Düzenleme ile üçer ay aralıkla en az dört tane değerlendirme raporu şartıyla karşımıza geliyorlar.
Zaten böyle bir şart yokken dahi bir yıl bekleme süresi ile karşılaştığımız bir uygulamada en az üçer aylık dört değerlendirme ile bu bir yıllık sürecin daha da uzayabileceği riski ile karşı karşıyayız. Son olarak da hormon veya ilaç alımı durumuna dair de bir rapor değerlendirmesi yapabileceği söyleniyor. Bununla ilgili bir düzenleme mevcut değil. Türkiye’de aslında cinsiyet uyum sürecine dair takipler doğrudan hastanelere başvuruyla başlıyor, ameliyat olmak istediğinde kişiler bir dava açıyor. O sebeple sadece ameliyat izni için değil aynı zamanda hormon ya da ilaç alımı için de aynı prosedürlerle karşılaşma riskinin olduğunu düşünüyorum. Son olarak 11. Yargı Paketi’nde ilk defa karşımıza gelen bir düzenleme var. Düzenleme ile interseksler işaret ediliyor ve “genetik hormonal hastalıklar nedeniyle gelişim bozukluğu tespit edilen” kişilere yönelik müdahaleler zorunlu bir müdahale olarak tabir ediyor.
Halbuki biz sağlık hukukuna baktığımızda bir kişiye zorunun müdahalenin yapıldığının belirlenebilmesi için bunun hayati olması gerektiğini görüyoruz. Şu anda bu şartı da çok esnetmiş vaziyetteler ve doğrudan doktorun oradaki düşüncesine ve görüşüne bırakarak herhangi bir şekilde bir müdahalede bulunabilecekleri anlamına geliyor. Bu tablo da aslında gelecekte interseks çocuklar açısından da ciddi hak ihlallerinin karşımıza çıkabileceğini gösteriyor.
Bu düzenlemeyle cinsiyet uyum sürecini uzatmayı ve zorlaştırmayı hedefledikleri çok basit bir şekilde anlaşılıyor. Bununla da yetinmiyorlar. Kişinin kendi bedeni üzerinde karar verme hakkını bu denli kısıtlayan bir durumun kanunlarda yer alması çok mümkün olan bir uygulama değil. Ama “Kanuna aykırı cinsiyet değişikliği”ni cezalandırma yönünde bir düzenleme getirmeyi amaçlıyorlar.
Bunda da iki farklı aşama mevcut. Bunlardan birisi bu uygulamaları yapan kişileri cezalandırmak. Bu kişiler doktorlar da olabilir, belki estetisyenler de. Bunun sınırı da belli değil. Bir yandan da bu değişikliklerin yapılmasını isteyen özneleri cezalandırmaya yönelik bir taslakla karşı karşıya kalıyoruz. Ama burada özellikle öngörülen izin sürecine aykırı herhangi bir cinsiyet değişikliği müdahalesi şeklinde tanımlandığı için bu durumun sadece ameliyat değil yine hormon ve ilaç kullanımlarında da karşımıza çıkabileceği durumu anlaşılıyor. Bu da oldukça riskli bir durum. Düzenleme aynı zamanda diyor ki, bu uygulamayı yapmaya, mesela hormon reçete etmeye, sadece doktorlar yetkili. Hormon reçete eden kişi doktor değilse ya da başka bir kişi hormon kullanımına ön ayak oluyorsa cezanın bir kat arttırılması öngörülüyor.
Bu uygulamayla birlikte sınır 25 yaş sınırına çekileceği için 18-21 yaş arasında ya da 18 yaşından küçük ve sadece hormon baskılama tedavisi gören translar açısından tedavi süreçlerinin durması gibi durum söz konusu olabilecek. Bu tedavi süreçlerinin durması kişilerin kendi bedenleriyle ve kendi varoluşlarıyla ilgili ciddi depresyonlar ve ciddi sıkıntılar yaşayabilecekleri anlamına geliyor. Şu an için ne yazık ki bu şekilde bir kanun geçerse devletin vatandaşına yönelik olarak güvenliğini koruma yükümlülüğünü yerine getirmeyerek vatandaşına yönelik işkence niteliğinde bir kötü uygulamayla karşı karşıya bırakabilecekleri bir düzleme doğru sürükleniyoruz.
Söyleşi: Nisan Çıra