‘68’den sonra ilk kez, yasal sol grupların devrimci akımlardan çok belirgin biçimde önde olduğu bir çağdayız. Geriye çekile çekile adım atılacak toprak parçasının sonuna gelinmiş oluyor. ‘70’lerin birikimi 2020’lerde zemin sağlama işlevini yitiriyor artık. Bu yeni bir şeyin gerektiğini gösterir

Reel sosyalizmin çöküşü, Türkiye’de iki ayrı gelişime yol açar. Bunlardan ilki, bir sürpriz sayılamazdı. Bu sürpriz olmayan yol; zaten 12 Eylül yenilgisiyle köklenen yasalcılık yahut reformizm yöneliminin daha atikleşip, nihai hedefine doğru daha hızlanışı oluyor. Diğeri yani “şaşırtıcı” duran olguysa bu topraklarda devrimci hareketin, belli bir kitlesellik ve “haber değeri” taşıma edimini kapsayarak yeniden yükselişiydi.
Gerçi, dünyanın birkaç yerinde daha (Peru, Kolombiya, Hindistan, Nepal, Filipinler) dünün bakiyesi M-L mücadeleler yüksek bir ivmede kendini sürdürmeyi becermekteydi. Türkiye’yi de -bir kesintiden sonra- bu kümeye dahil etmek gerekiyor. Lâkin, mesele şehir gerillası konsepti olunca, Türkiye’deki ’89-93 pratiği sanırım tek başına bir örnek olarak durur. Muadilleri, Latin Amerika ve Avrupa’da ya tamamen sönmüş -barışmış, yenilmiş ya da uzlaşarak devletin bir parçası hâline gelmiş- ya da birkaç örnekte geri çekilmek üzereyken son birkaç atım daha yapmaktaydılar.
‘90’lar Türkiye’sindeki bu “atılım” kendinden bir varoluş değildir. ’80 öncesinin bakiyesinin ve oradan artık ne kadar kaldıysa devralınan enerjinin yeni döneme bir yansımasıydı, taşınmasıydı. Sivil faşistlerle çatışma gündemi kampüsler dışında bu dönemde tali hâle gelmiş, silahlar ’71 çıkışında olduğu gibi yeniden siyasal erke yöneltilmişti. Fakat gerek kırda (Partizan başta) gerekse de kentte (DS başta) militan faaliyet, dönem dönem bir miktar dikkat çekici kütleye erişmekle birlikte sürekli güdük kalmakla malul oldu. Devrimci hareketlerin kitleselliği, alan ve yer tutmayı becerebilmekle birlikte -handiyse ikili iktidar(!) durumları 2016’ya dek sürecek-, bu alanların Alevi yoğunluklu varoşlar olarak kalmasıyla ’80 öncesi vaziyetin çeyreğine dahi yaklaşılamaz.
12 Eylül’den çıkışın en diri müjdecilerinden olan ’86-87 sonrası yığınsal işçi hareketleriyle ilişki kadük kalır, bu hareketler hükümeti sallasalar da sarı sendikal güzergâhla ilişkilerini koparamayarak ’90 başında geri çekildiler. Kamu emekçileri hareketinin yaratılmasında doğrudan büyük emeği ve payı olan devrimci hareket (DY, HK, DS), ‘90’larda buradaki yoğun hareketlilikten beslenebilse de oradaki sinerjiyi harlayamıyordu. Bu başat toplamlarda dahi militan/aksiyoner bir mücadelenin sürdürülebilirliği söz konusu olamıyorsa, bunu gelir durumunun, yukarıda saydığımız emekçilere göre daha yükseldiği avukatlar,[1] mühendisler ya da hekimler cephesinden beklemek garip kaçar. Yine de bu kesimlerde sosyalizmin itibarının devamlılığını bir başarı olarak koymak yüce gönüllülük sayılmaz -meslek örgütlerine katılım zorunlu olduğu hâlde.
Devrimci hareket denilince akla gelen öğrenci hareketi ‘90’lar başına doğru, ‘87’yi takiben büyüyor ve harekete insan sağlama, hareketi gündemleştirme noktasında ciddiye alınması gereken bir birikim sağlıyor. Ancak burada da ivme daha 1991 gibi, belli bir sınırın ötesine geçemeyerek geriye düşecek, kendini tekrarla sınanan hareket, grupların, siyasetlerin ayrı baş çekişinin belirginleştiği bir izole atmosfere alışacaktır.
Öğrenci gençlik hareketi, 90’ların ortasında, daha çok akademik-demokratik haklar ekseninde ve DY çizgisinin belirgin yönlendiriciliğinde yeniden en önemli haber başlıklarından biri olmayı başarmışsa da bu da kısa sürüyor, Meclis’te pankart açmaya kadar varan yoğun eylemsellik takviminin kitlelerin yorgunluğuyla eski durumuna rücu ettiğini izleyebiliyoruz. TÖDEF, Özgür Gençlik, Emek Gençliği gibi hayli kalabalık gruplar da bu süreci tersine çeviremediler.
Genel devrimci hareket bazında bakıldığında, Gazi’de halkı ayaklandırabilecek yetkinliğe ulaşabilen M-L akımın, tam bir sene sonra ’96 1 Mayıs’ında zirveyi gördükten sonra nasıl mevzi kaybetmeye başladığını, iradi olarak çok şey denense de geri çekilmenin bu sınıra çarptıktan sonra düzensiz bir biçimde seyrettiğini görüyoruz.
Ağır baskı koşulları, işkence ve kaybetme politikaları, sosyalizmin yıldızının yığınlar nezdinde sönüşü, neoliberal siyasanın kesif etkinliği gibi dışsal etkenlerden gayrı içsel, yapısal sorunlar da bariz bu gidişatta. Öyle olmasaydı Kürt hareketi gibi bir oluşum aynı koşullarda gelişme şansı bulamazdı. Elbette ki onun bir ulusal hareket olmasının kendi adına avantajları vardır ama o ulusal hareket de aynı devletle karşı karşıya kalmıştır ve aynı politikaların çok daha ağırıyla yüzleşmiştir. Üstelik Kürt ulusuna dayanmanın kendine özgü zorlukları da vardı. Elbette PKK toplumsal taban açısından sıfırdan başlamış değildi, ondan önce bir birikim zaten mevcuttu. Ama tamamen yok sayılan, ciddi oranda sindirilmiş, devlet karşısında çekinik durmaya alıştırılmış bir halkı savaştırmayı başardılar. Bunu yerli yerine koymak lâzım.
Bu realite, yani ülkenin doğusunda sıcak bir savaşın olması gerçeği, başta militan devrimci örgütler için bir avantaj gibi görülebilirse de çatışmanın yarattığı toplumsal şovenizm dalgası devletin söylem üstünlüğünde, bu akımları dezavantajlarla kuşatır. Kürt hareketinin gerek eylemsel gerek ideolojik kimi yönsemeleri de bu tıkanmayı şiddetlendirecek.
Önce, siyasetin tamamen yeniden dizaynı programının devrimcilere yönelik ayağı olarak 19 Aralık katliamı geldi. Süreç içinde ağır yaralar biraz olsun sarılmış gibiyse de 2015-16 sonrasındaki topyekûn imha konseptiyle her zamankinden daha geri bir hâle raptolundu. Kürt hareketinin dahi silikleştiği bu konjonktürde devrimci hareket pek tabii ayakta diretemedi ve “geleneksel” kazanımlarını, alanlarını bile yitirerek görünmezleşti. İlk kez, ‘68’den sonra ilk kez, yasal sol grupların devrimci akımlardan çok belirgin biçimde önde olduğu bir çağdayız. Geriye çekile çekile adım atılacak toprak parçasının sonuna gelinmiş oluyor. ‘70’lerin birikimi 2020’lerde zemin sağlama işlevini yitiriyor artık.
Bu yeni bir şeyin gerektiğini gösterir. Geleneği inkâr değil, geleneğin izdüşümünde nasıl bir keçiyolu açılabilire dair bir tefekkürün gereği. Yoksa yarın da yine 19 Mart’ta -gençlik özelinde- olduğu gibi devrimci ikonlar kitleleri toparlayacak. Ama bunun belli belirsiz bir hayalet olmaktan beri durabilmesi için devrimci hareketin de açığa çıkması şart. Yoksa var olan potansiyel sağa sola (ya da sağa ve sağa) ufalanıp gidedurur.
Amorf işbu aksiyonun içe kapılıp gitmesi bir şekle sahip olanları da deforme kılar. Olasılıkların, gelişme istidatlarının içinde güncel risk de budur. Ya da sivil faşistlerle, yani devrimciliğin geri çekildiği mevsimde kampüsleri işgal eden faşizmle yeniden karşı karşıya gelişin gündeme geldiği şu günlerde, o organize ve destekli güçle bu amorf biçemle direnilemez de diyebiliyoruz.
Buradaki olası dağıtılma tehdidini tüm öznelerin iyice ölçüp tartması elzem. Bir toparlanma var. Bir toparlanma varsa da bu toparlanmanın henüz bir toplanma, odak olabilme anlamına gelmediğini söylemek zorundayız.
Eylemsizliğin gölgesi söylemin üstüne düşer. Bugün bir çözüm süreci var. Bu sürecin solu olumlu ve olumsuz muhtelif dereke ve biçimlerde etkileme olasılıkları kapıda beliriyor. Devletin cesametli gövdesinin ağırlığıyla bu süreci sağdan eleştirmek bile bunca zorken bunu soldan eleştirmeye kalkmak çılgınlıkla eşdeğer. Lâkin eleştirilecek bir sürü mefhum orta yerde. Hem sürecin yürütülüş, yönetiliş biçimi açısından hem de Kürt hareketine yönelik olarak. Orada da Kürt hareketinin kütlesel ağırlığı susturuyor ya da sansürletiyor, eksiltili konuşturuyor. Eh, işin duygusal, psikolojik ağırlığı da inkâr edilebilir değil. Onca ölüm, onca acı. Ve savaşan iki tarafın barış çabası. Pek tabii tavizlerle olacak bu. Biri de birinden daha fazla ödün verecek. Ulusal kurtuluş gibi bir hedef de rafa kaldırılmış. Tüm bu atmosferde en zor olan, süreci en soldan eleştirmek olsa gerek. Savaşmıyorken.
Yine de tahlilin duygularla işi yoktur. “Baş düşman”la mevcut söylemsel çerçevede ve eğilimde barışın muhalefete iktidar karşısında bir müttefik kaybı yaşatma riski vardır. İktidarın ömrünü uzatmak için yeni bir formül olmak işlevi görme potansiyeli vardır bunun. Açık. Ha, iktidar bunu sağlamada daha önce de hep başarılı oldu. Varsın olacaksa da bu kez en azından Kürt gerçeğini tanıyarak olsun denilebilir. İktidarın kendi devamlılığını sağlayabilme yetilerinde suçu Kürt hareketine atmanın da bir mânâsı veya faydası yok.
Öte yandan, bu meselede bir Kürt hareketi eleştirisi yaparken -ki bolca malzeme sunuyorlar- şovenizm cephesine dâhil olma riski de söz konusu. Görüyoruz, solun çevre çeperinde olanlar, solun diskuruyla, meseleye yaklaşımıyla, jargonuyla hiçbir ilintisi olmayan bir dile bulaşabilmekteler. Gençlik içinde yükselen, kimi öznelerinde sola da merakı ve meyli olan Kemalist yeniden doğuş çekici geliyor belli ki. Lâkin bu insanlar kazanılacaksa ve bu onlara benzeyerek yapılacaksa, onlar kazanılmış olmuyorlar. Şüphesiz onlar yalnızca kazananlardandır.
Kuvvet biriktirme gündemi en baş köşede arz-ı endamda. Söylemin, sözün kifayetsizleşmesinin başat membaı kudretsizlik, güç olamamak, eylemsel gerilik, gündemleşememek. Örgütlenememek. Günümüzde biraz ayakta durabilen yasal sol yapılara bakınca da bunların ya başkalarına benzeme hevesinde olduklarını ya da risk almayan bir çerçeveye kendilerini sıkıştırdıklarını izliyoruz. Allah aşkına söyleyin, siz bundan on sene önce bedel ödemeyle, gözaltına alınmakla, işkence görmekle, hapsedilmekle uluorta alay edebilen bir solcu görebilir miydiniz? Bugün varlar. Bunların başka birçok görüngüde olduğu gibi sol örgütlenmelerdeki sınıfsal kompozisyon dönüşümüyle de bir bağı var elbet. Solculuğu kültürel olarak alımlamayla da, onu bir aydınlanmacılık içeriğiyle asimile etmeyle de.
İster Kürt hareketinin ister CHP’nin ister ulusalcılığın ister feminizmin veya popülizmin. Hangisinin olursa olsun, onun sosyalist sol üzerindeki belirleyiciliğini, tesirini, onun solun söz söylerken kendini eksiltmesini koşullayabildiği zemini dinamitleyebilecek tek koşul güç olabilmek. Aksi hâlde söylem kırıla kırıla solun kendisi olarak söyleyebileceği bir söz kalmayacak. Başkalarının repliklerine ağız oynatılacak yalnızca.
[1] Halk Cephesi’nin avukatlar çalışması ve bunun bu alandaki özgül ağırlığı çok istisnai bir vaka. Yine aynı hareketin mühendis/ mimar çalışmasının ’80 öncesi devrimci mahallelerin inşasında mühim, orijinal katkıları olmuştu. Bu mesele için Metis’in Müşterekler kitabında 1 Mayıs ve Küçük Armutlu örneğine bakılabilir. Fakat iki örnek de bir yaygınlaşma anlamı ihtiva etmez.