Bugün Türkiye’de, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele ile Saray rejiminin yıkılması mücadelesi iç içedir. Düşmanımızın vücut bulmuş hali, Saray rejimidir ve o yıkılmadan emperyalizme ve kapitalizme dokunulamaz. Saray rejimi de sivil ve resmi şiddet aygıtlarıyla korunmaktadır

“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Devrimcilerin ortak platformlarını ve fikir tartışmalarını çok değerli buluyor ve ciddiye alıyoruz. Benzeri ortak tartışmalar daha önce Sendika.Org ve başka sitelerde de yapıldı. Bu tartışma ise daha önemli, zira çok can alıcı bir sorun olan strateji üzerine. Bu güncel ve can alıcı tartışmayı açan Sendika.Org’dan dostlarımızı tebrik ediyoruz.
Kim ne kadar farkında bilemiyoruz ama kapitalizme ve faşizme karşı mücadelede çok kritik bir momentteyiz; “Bıçak kemiğe dayanmış durumda”. Afaki bir tartışma yapmıyoruz, dünyada ve daha önemli olarak bölgemiz ve Türkiye’de kanlı ve yıkıcı bir saldırı halinde olan emperyalist kapitalizme ve faşizme karşı mücadele sorunlarını tartışıyoruz. Ve bu mücadelenin en can alıcı yanı olan strateji sorununu ele alıyoruz.
Perry Anderson, 20. yüzyılın son çeyreğinde Batı Marksizmi üzerine yaptığı değerlendirmede[1] devrim bilincinin gerilemesinde esas sorunun teori ya da siyaset değil “stratejinin sefaleti” olduğunu belirtiyordu. Devrimci politik mücadelede strateji sorununun önemini vurgulayan Anderson, dünya çapında Marksist ve devrimci hareketlerin krizini “stratejisizlik” olarak eleştiriyordu. Ayrıca strateji yokluğunun güncelliğe hapsolma, ideolojik ve teorik sorunları felsefi ve psikolojik kavramalarla açıklama yanlışını geliştirdiğini anlatıyordu.
Strateji bilinci, devrim isteğiyle yakından ilgilidir; stratejisizlik devrime uzaklıktır. Tam da bu yüzden stratejisi olmayan bir hareket, dilde devrim dese bile devrime uzaktır. Strateji sorununun yokluğu, daha baştan bütün yapıp ettiklerimizi boşa düşürür. Benzer şekilde, geçmiş bir dönemin stratejisini model alma çabası da aynı sonuca yol açar. Ve ayrıca stratejinin yokluğu, teoriyle veya politik keskinlikle doldurulamaz. Strateji; teori ile politikanın, andaki nesnellik üzerinden bir araya getirilmesiyle, her tarihsel dönemde yeniden kurulur. Türkiye devrimci hareketinde stratejisizlik veya tarihsel deneylerin kopyası kalıp stratejiler, uzun yıllardır doldurulamayan bir boşluk yaratmıştır.
Strateji tartışmasından ne anlıyoruz? Strateji tartışması her zaman; devrim, iktidar, öncülük, örgüt ve mücadele sorunlarını içinde taşır veya bu sorunlarla bir bütünlük arz eder. Bu sorunların tümüne yönelik somut politika ve ilkeleri belirler; geçmiş devrim deneylerinin birikimleri üzerinden, bugünün nesnelliğinin gerektirdiği diyalektik ilişkiyi kurar ve bu stratejiyi hayata geçirecek örgütü belirler. Bugüne kadarki tüm devrimler, savaşlar ortamında, kendisi de bir savaş gücü olarak ve şiddet yöntemleri kullanarak iktidar olmuştur; başka bir deney ve tarih yok.
Bu öneminden dolayı tartışmaya; Ana halka: Sarayı yıkacak anti-faşist cephe yazısıyla katıldım. Konunun öneminden veya bu önemli sorunu tüm boyutlarıyla anlatabilme güçlüğünden dolayı, bahsettiğim yazıyı, okuyucuyu bıktıracak uzunlukta hazırladım. Daha sonra, bu uzunluktan ötürü yazdıklarımın neredeyse yarısını çıkarmak zorunda kaldım. Bu da yazıda kısmi kopukluklara veya anlam kaymalarına yol açtı. Bu eksiklikleri tamamlamak ve kendi bilincim yettiğince tartışmayı daha ileri düzeye taşımak amacıyla, iki temel sorunu; dünya devrim tarihinde stratejilerin gelişimini, daha sonrasında yaşanan değişimi ve Marksizm’de sınıf, özne ve öncülük sorunlarını başarabildiğim oranda özet olarak açmaya çalışacağım.
Aynı sitede, yazıma dair Selim Açan arkadaşımız eleştiri yazdı, bilmediğim başka eleştiriler de olabilir. Görüşlerime dönük eleştirilerden rahatsız olacak dönemi, yıllar önce geride bıraktım. Öte yandan, Selim arkadaşımın eleştirilerine iki bakımdan itiraz ediyorum: Birincisi, kullandığı üslup, devrimci kültüre ait değil ve devrimciler arası bir tartışma dilini de yansıtmıyor. Karikatür tarzı fıkralarla küçümseyici, daha ileri gidip “şakül kayması” tarzı hakaretamiz eleştiriler yerine; devrimcilere ait ideolojik ve politik dili kullanmasını tercih ederdim. Yapacak bir şey yok, insan bazen umduğunu bulamayabiliyor. Ancak ben, Selim yoldaşımıza aynı üslupla cevap vermeyecek, tartışmayı magazinel bir boyuta taşımayacağım.
Selim arkadaşımızın eleştirilerine yönelik ikinci itirazım ise, Şakülümüz kaymaya görsün başlıklı yazısı, kolektif tartışma konusundan çok, ana ekseniyle benim görüşlerimin eleştirisini içeriyor. Bu eleştirilerini, kolektif tartışma platformunda değil, kendi yayınında yapabilirdi. Benim açımdan sıkıntı; çok taraflı bir platformu, kişisel bir tartışmayla meşgul etme kaygısından kaynaklanıyor. Bu açıdan tartışmayı, mümkün olduğu kadar karşılıklı polemik tarzından çıkarıp, gerçek bir tehdit olan faşizme karşı mücadele odağında derinleştirmeye çalışacağım. Aynı zamanda, arkadaşımızın tüm eleştiri konularını kişiselleştirmeden, siyasal ve ideolojik bir eksene çekmeye gayret edeceğim.
Selim arkadaşım ilk yazısında şunları söylüyor: “TDH’nin bugünkü temel problemi bu kanımca. Pratiğe yön veren stratejik bir vizyon yok ortada. Olduğu kadarıyla teoriyle pratik apayrı kanallardan akıyor. Elde avuçta kalanı korumayı esas alıp göreli ilerlemelerle yetinen iddiasızlığı bir türlü aşamıyoruz. Politika taktiğe indirgenmiş durumda; taktikler de çoğu kez ‘tepki göstermek’le sınırlı…İşin kötüsü, güç ve olanak yetersizliği nedeniyle yapamamaktan farklı olarak bu ‘etkisiz eleman’ konumu fiilen kabullenilmiş durumda.” Bu söylenenlere kimsenin çok itirazı olmaz; ama burada “stratejik vizyon yokluğu’ sözü dışında strateji adına bir görüş yok. Daha sonra “‘kendinden hoşnutluk’ rehavetinden kurtulmayı” ve “devrimci bir silkiniş”i öneriyor; “gerisi kolay gelir” diyor.
“Gerisi” kapsamında, strateji adına şu başlıklar altında önemli gördüğü önerilerini sıralıyor: “Somut adımlardan stratejik atılıma”, “Sınıfın ve kitlelerin yaşamına değen dönemsel bir program”, “Bağlayıcı disiplin temelinde pratiği esas alan güç birlikleri”, “Belirlenmiş kritik sektörler, sanayi havzaları, ve emekçi semtlerinde planlı-sistematik faaliyet”, “Taban örgütlenmeleri temelinde kitle inisiyatifini geliştirmeyi esas almak”, “Kadın, gençlik ve ekoloji dinamiklerini özgünlükleriyle içeren bir bütünlük”, “Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle devrimci sınıf hareketinin stratejik bağını kurmak”.
Bu başlıklar altında da birkaç yerde sözcük olarak strateji, stratejik atılım, stratejik alan vb. dışında strateji üzerine herhangi bir görüş yok. Burada söylenen tüm görüşleri hemen herkes yıllardır bıktırasıya tekrar ediyor, Selim arkadaşımız da bu duruma sitem ediyor, dert yanıp veryansın ediyor: “…Herkes halimizin hal olmadığının farkında gibi görünüyor ama herkes kendisiyle barışık. Bu nasıl olabiliyor? diye haykırmak istedim.” Devrimci güçlerin ortak mücadele alanlarında, kapitalizme ve faşizme karşı birliğinin sağlanması, dertlenmek ve kahretmekle, rica minnetle veya isteklerle, yıllardır yapılan karşılıklı çağrılarla gerçekleşmez/gerçekleşmiyor.
Çünkü tartıştığımız sorun, kişisel ve grupsal istek veya temenniler alanına dahil değildir. Toplumsal ve siyasal tüm mücadele güçlerinin faşizme karşı birlikte mücadelesi, çok büyük bir siyasal meseledir. Türkiye ve Kürdistan coğrafyasına yayılan tüm toplumsal kesimlerin ve siyasal güçlerin, parça parça ve birbirinden kopuk mücadelelerini kapsayan ve güven veren gerçek bir politik hedef etrafında; ancak, gerçekçi bir iktidar hedefi etrafında birleştirilebilir.
Türkiye ve Kürdistan coğrafyasına yayılan tüm toplumsal kesimlerin ve siyasal güçlerin, parça parça ve birbirinden kopuk yürüttükleri mücadeleler; ancak kapsayıcı ve güven veren gerçek bir politik hedef etrafında, gerçekçi bir iktidar hedefi etrafında birleştirilebilir. O da ancak Saray faşizmini yıkmak olabilir. Ancak Selim arkadaşımızı Saray’ın yıkılması kesmiyor; o, sosyalist devrim istiyor.
Selim Açan, faşizmi yıkmak için yazdıklarımı eleştiren yazısı boyunca, biteviye şu küçültücü terimleri kullanıyor: “Varsa yoksa her şeyiyle olgunlaşıp kıvama gelmiş bir öfke edebiyatı ve ona dayanarak dövüşelim, vuruşalım, savaşalım çağrısı…‘halkla bütünleşip vuralım-kıralım’ keskin -üstelik içi boş- bir anti-faşist retorik sosuna bulanmış… ‘salt askeri bakış açısı’ … uzun lafın kısası savaşmak, dövüşmek, vurmak, kırmak ‘kuyrukçuluk’ halkçı radikalizmi hortlatmak… Marksist literatürde ve dünya devrimler tarihinde ‘salt askeri bakış açısı’ olarak tanımlanıp defalarca eleştirilmiş içi boş bir keskinlik kısacası.” Dostumun yukarıda belirttiğim küçümseyici dili, yalnız kişiliğime dönük değil; aynı zamanda, devrimciliği “sol maceracılık” olarak gören ve küçültücü “vurdu- kırdıcılık” gibi deyimlerle kararlı militan devrimciliği aşağılayan bir liberal solcu dili. Bu yazılanlar, bir zamanlar birlikte oldukları ve çok eleştirdikleri Halkın Kurtuluşu’nun, kendi geçmişlerini “maceracılık” ve “sol sapma” olarak eleştirmesini hatırlatıyor. Bu, devrimci militan değerleri küçümseyen dili, aynı zamanda içinde olduğu hareketin özeleştirisi olarak mı anlayalım? İnsanın liberal sol dil hakim olmaya görsün diyesi geliyor.
Selim arkadaşımız, ‘bismillah’ diyerek teşhisini koyuyor: “Mehmet Güneş’in sendika.org sitesinde yayınlanan yazısının başlığı bile içeriğinin sınırlılığı hakkında fikir veriyor.. Saray’da cisimleşmekle birlikte sınıfsal ve sistemsel temellerinden koparılarak salt “Saray’ı yıkmaya” (yani ‘Tayyip’in gitmesine’) indirgenmiş bir anti-faşizm… belirsiz bir ‘örgüt sorunu ve ‘salt askeri bakış açısı…” şeklinde eleştirilerini sıralıyor. Saray’a karşı mücadeleden söz ediliyor, kapitalizm atlanıyor diyor. Dönem taktiği tartışıldığı için kapitalizmi yıkma ve devrim programı ayrıntılı açıklanmıyor ama kapitalizmin atlandığı iddiası, okuduğunu anlama eksikliği ya da açık bir çarpıtmayla ilgilidir. Yazımda geçen şu tespit bile faşizme karşı mücadelenin, kapitalizmi yıkacak devrim perspektifinden ayrı ele alınmadığının açık kanıtıdır: “Bizzat bu anti-faşist iktidar mücadelesi, bizi politik bir devrime, tam anlamıyla sistemin tümünü alt eden, devleti parçalayan politik bir devrime de ulaştırabilir güç dengelerine göre daha geri aşamada da sonuçlanabilir. Komünistler her koşulda kendi devrim stratejisi ve programından taviz vermeden kararlılıkla mücadelesini sürdürür.”
Selim arkadaşımız ayrıca hiç adil(!) davranmıyor. Benim kapitalizmi hedeflemediğimi iddia ederken, strateji tartışmasında kendi yazdığı iki yazıda da, tek bir söz olarak dahi kapitalizmi yıkmaktan bahsetmiyor. Üstelik, kendi yazdıkları ve önerileri için “Bu çerçeve her birimizin programı ve stratejik hedefleri yanında kuşkusuz çok dar ve sınırlı bir çerçevedir” diyerek, bu sınırlılığı zaten kabul ediyor.
Selim arkadaşım adil(!) olmadığı gibi, ayrımcı(!) da; düpedüz çifte standart kullanıyor. 23 Eylül 2025 tarihli ikinci yazısında şunları yazıyor: “Ali Ergin Demirhan’ın yazısı sonraki kimi yazılara da referans oldu… Saray’ı ele geçirme” şeklinde dile getirdiği iktidar bilinci ve iddiasıyla hareket etme düzlemine sıçrama zorunluluğumuzun altını çizmesiydi… Bunu kendi adıma yenilgi yıllarında edindiğimiz tarihsel ufuk kaybı ve alışkanlıklardan ‘kopuş’… içerdiği sıçramalı gelişme olanaklarını da görerek bedelleri göze alan bir ‘taarruz’ stratejisine çağrı şeklinde yorumluyorum.” Bunları yazan kendisi değilmiş veya bunları unutmuş gibi, Mehmet Güneş’in dönem stratejisi olarak “Sarayı yıkacak cephe” önerisine veryansın ediyor. Selim arkadaşımıza soralım; 23 Eylül’de, “iktidar bilinci ve iddiasıyla hareket etme… tarihsel ufuk kaybı ve alışkanlıklardan ‘kopuş’… ‘taarruz’ stratejisine çağrı…” olan Saray’ı ele geçirme hedefi, 7 Kasım’da (yani sadece bir buçuk ay sonra) nasıl Tayyip’i yıkmakla sınırlı bir ufuksuzluk oluyor?
Günümüz partisinin, bugün süren keskin sınıf savaşları içinden doğacağını söylediğim için, beni Leninist parti ve devrim anlayışını reddetmekle ve bordadan atmakla itham ediyor. Bu yanlış bir çıkarsama, daha öteye kötü bir yöntem. Selim arkadaşımız ya okuduğunu anlamıyor ya da bilerek söyleneni çarpıtıyor. Yazılan tam olarak şöyle: “Bugün de bu mücadeledeki en büyük ve vazgeçilmez silahımız, komünist partidir; ama 100 yıl öncesinin değil, bir model veya kurmaca değil, bugünün dehşete dönmüş çelişkileri içinden doğacak savaşan bir komünist partidir.” Kendisi, altını çizdiği görüşlere katılmayabilir ve bunun Leninist parti ve devrim anlayışına ters olduğunu savunabilir; 100 yıl önceki aynı parti zorunludur diyebilir; açık yazar ve tartışırız. Ancak, sözlerimi çarpıtarak, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren partiyi “yüz yıl öncesinin kurmaca modeli” olarak gördüğümü ve “bordadan atmayı” önerdiğimi söyleyemez.
Ekim Devrimi de dahil başarılı hiçbir devrimi veya partiyi “kurmaca model” olarak nitelendirmiyorum. Tersine, burjuvaziyi yıkıp iktidarı alan tüm başarılı devrimleri, devrimci mirasımızın bir parçası olarak sahipleniyor ve savunuyorum. Ben, sınıf ve parti öncülüğünü teorideki ve tarihsel pratikteki herhangi bir başarılı modele, şemaya, somut biçim ve işleyişe indirgeyip kalıplaştırmayı eleştiriyorum. “Kurmaca model” dediğim şey, bugün bu çelişkiler cehennemi dünyada herhangi bir ülkede, yüz yıl önceki parti ve mücadele tarzıyla yürümeyi düşünmektir. Birisi çıkar yüz yıl önceki parti ve mücadele deneyleri aynen bugün de geçerlidir diyebilir ve bu dürüst bir tartışma olur; Selim Açan’ın yaptığı ise bir çarpıtmadır.
Yüzyıl önceki öncü parti modelinin derece derece bugün de geçerli olduğunu savunanlar olduğunu biliyorum. Bundan dolayı günümüzde öncü parti sorunu konusunda bazı tespitler yapmak istiyorum. Sosyalizm için mücadele, strateji ve devrim, salt fikri düzeylerde oluşturulan bir kurgu değil; içinde yaşadığımız dünyada hareket halindeki sınıflar mücadelesinin somut çözümlenmesine dayanan bir mücadele stratejisidir. Devrimci öznenin inşası, yalnızca geçmişteki başarılı devrim deneyleriyle anlaşılabilecek bir mesele değildir. Devrim süreci, aynı zamanda devrimci özneyi durmaksızın inşa etme sürecidir. Devrimcilik, olmakta olan her olay ve durum karşısında bir tavır geliştirebilmektir. Her gelişmede bir fiili durum yaratma bilinci ve hazırlığına sahip olmayan bir yapı kendisini devrimci bir özne olarak inşa edemez. Ekim Devrimi’ni tartışılmaz bir yere koyanlar, onu olmuş bitmiş bir olay olarak yüz yıl öncede donduruyorlar. Oysa bugün, Leninist parti modelinin evrensel yönlerini barındıran, ama asla yüz yıl öncenin Bolşevik Partisi olmayan bir komünist partinin öncülüğünde, insanlığın yeni Ekimler yaratmaya ihtiyacı var. Bütün dünya halklarının kaderi birbirine bağlanmıştır; dünya halkları artık savaştan hiçbir biçimde kaçamaz; savaşlara ancak devrimlerle direnebilir.
Sadece Selim arkadaşıma ait olmayan bu Leninist parti anlayışı, üzerinden atlayamayacağımız bir sorundur. Konuyu başka bir yazıda açmak üzere, kısaca şunları söylüyorum: Lenin’in partisi bir gecede, olmuş bitmiş bir parti olarak doğmadı. Her aşamada ve her toplumsal alt üst oluş dönemlerinin ateş çemberi içinde, kendini dönüştürdüğü; hatta yeniden ve yeniden kurduğu süreçlerden geçerek ‘Leninist’ oldu. Devrim mücadelesi veren özneler, her dönem içinde bulunulan nesnellik üzerinden inşa edilir ve bu nesnellik içinde yaşam kazanır. Ancak her ikisi ayrı alanlar değildir; her nesnellik, özneyi oluşturacak dinamikleri kendi içinde taşır. Devrim yapmaya soyunan hiçbir özne, içinde oluştuğu nesnelliğin taşıdığı dinamiklerin, güncel eğilimlerinin sürekli hareket ve değişim içinde olduğunu görmezden gelerek, çözüm stratejisi ve taktiklerini bir anda doğru olarak oluşturamaz. Bu, ancak mücadelenin seyri içinde tamamlanan bir süreçtir. Aynı şekilde, tamamlanmış bu doğrular, bir kere oluşturulduktan sonra ilanihaye derin dondurucuda bekletilmez. Her aşamada ve her beklenmedik alt üst oluşta tekrar tekrar güncellenmek, yenilenmek hatta değiştirilmek zorundadır. Bu gerçekliğin üstünden atlayan her eğilim, taşlaşmaktan kurtulamaz. TDH’de birçok eğilim, güncel gerçeklere körleşerek, bugünü yüz yıl öncede donduruyor. Her kim ilkeler üzerine aşırı yüklenirse, kendini siyasetsizleştirir ve sosyalist ilkelerin hakem heyeti rolüne düşürür.
Türkiye’de son yıllarda, “devrimci özne” ve “meslekten siyasetçi” ayrımı ortadan kalktı. Bunlar, yaşam karşısında iki farklı duruşu temsil eder; her ikisinin devrimci inşa tarzı ve anlayışı da farklıdır. Hayat, devrimci özneyi beklediği ve hazır olduğu gelişmelerle değil, tam aksine beklenmedik sürprizlerle sınar. İşte tam da bu koşullarda devrimci özne ve meslekten siyasetçi ayrışır. Meslekten siyasetçi, bildiği ve beklediği sınırlara çekilir. Devrimci özne ise, daima beklenmedik sürprizleri karşılayacak bilinç ve donanıma; yeni mücadele deneyimlerini yaşamın sürprizlerine karşı geliştirme maharetine sahip olandır. Devrimci özneye varış, diyalektik bir süreç geliştirebilmek; inşanın gerektirdiği güçleri hayatın ve olayların içinden bulup çıkarmak ve onu bu gücün bilincine vardırmaktır. Devrimci özne; durmadan hareket halinde olan, olaylar içinde meydana gelen ve aynı zamanda olayları meydana getiren; yani dünyayı bilinçli bir eyleme alanı olarak algılayan ve ilişkilenen bireylerin, özneye varma becerisidir. Selim arkadaşımız, hiçbir örgütün, bırakalım ayaklanmış kitlelere öncülük etmeyi, en sıradan protesto eylemlerini bile yapamadığını söylüyor. Sonra, örgütsüz olup da bu tartışmaya dahil olanlara yüklenip veryansın ediyor; Lenin’in partisi dururken kitleler içinde savaşarak partileşme önerisini kuyrukçuluk olarak eleştiriyor. Yüz yıl önceki parti ne güne duruyor; günümüzün öncü örgütü de aynı olacak, diyor.
Selim arkadaşımız, “M. Güneş cidden öğrenmek istiyorsa, tarihsel pratiğimizin ve Program başta olmak temel metinlerimizin yanı sıra” diyerek, 1994-2004-2007 yıllarında yayımlanmış yazılarına bakmamı öneriyor. Olur, söz konusu yazılara bakmaktan kaçınmam, ancak bahsettiği yazıların tarihler hayli eski; üzerlerinden sırasıyla 31, 21 ve 18 yıl geçmiş.[2] Öte yandan Selim arkadaşım, yazısının girişinde asıl problemi, Türkiye devrimci hareketinin politika yapma tarzında buluyor ve şöyle diyor: “Bugünü çözümlemeye ve ona müdahalenin yol ve yöntemlerini belirlemeye çalışırken yarın’dan gün’e gelmek yerine dün’den hareketle kalmayıp dün’de edindiğimiz düşünme tarzı, refleks ve alışkanlıklarla politika yapmaktan hâlâ kurtulabilmiş değiliz. Halbuki ne dünya -bırakalım öncesini- bundan 10-15 yıl öncesinin dünyası ne Türkiye o Türkiye.” Burada durmuyor, “… hâlâ dün’ün kafası ve alışkanlıklarıyla hareket etmek dogmatik tutuculuk olmanın ötesinde bir anlam kazanmış durumda artık. Bazılarımızı havaya zıplatacak belki ama bu düpedüz devrimci ruhun ölümü ya da can çekişmekte olduğunun göstergesi” diyor. Bunları söyleyen arkadaşımız, son yazısında, benim 100 yıl öncesinin deneylerini tekrar etmeyi eleştirmemi, Marksizm’in dışına düşmek olarak suçluyor. Kendisi 10-15 yıl öncede kalmaya “devrimci ruhun ölümü” ya da “can çekişmek” diyorken hem de.
Selim arkadaşımız, liberal bir ağızla küçümsediği militan devrimci yöntemlere; beni “1990’larda P-C’nin söylemi ve pratiğinde çok karşılaştığımız halkçı radikalizmi hortlatmak”la eleştirdikten sonra sahip çıkar gibi gözüküyor: “Öykünme bununla da sınırlı kalmıyor, faşizme karşı mücadelenin militan askeri biçim ve yöntemler de içermesi zorunluluğunu sanki sadece kendisi görüyor ve bugün sanki bir tek o dile getiriyormuş havasına bürünüyor.”[3] P-C benzetmesi ile bana yaptığı vuruşa cevap vermek okura saygısızlık olur, geçiyorum. Selim arkadaşımız farkında veya değil aynı yerde birbiriyle çelişkili görüşler öne sürüyor. Daha önce reformist ve liberal bir dille aşırı derecede küçümsediği “vurdu-kırdılı işler”, bir anda “faşizme karşı mücadelenin militan askeri biçim ve yöntemler”i düzeyine yükseliverdi. Hatta, zamanında kendilerinin de bu doğrultuda yazılar yazdığını belirterek, onlara başvurmamı öneriyor. Ancak, faşizme karşı militan bir tarzı savunan bu yazıların tamamı, 20-25 yıl öncesine ait. Geçerken burada “halkçı radikalizmi hortlatmak” suçunu kabul ediyorum ve hatta diyorum ki; keşke “halkçı radikalizm” bugün tekrar yükselse!
Saray iktidarını faşizm veya kurumsallaşmış bir faşizm olarak niteleyen geniş bir siyasal yelpaze -reformcu eğilimlerden devrimci güçlere kadar-, sürekli olarak faşizmin saldırılarından söz edip bunları teşhir etmekle yetiniyor. “Ana halka: Sarayı yıkacak anti-faşist cephe” başlıklı yazımda, faşizm sorununa farklı bir açıdan yaklaşmaya çalıştım: Sürekli faşizm teşhirinin ötesine geçerek, azgın faşist saldırganlığa karşı duran güçlerin, faşizmi hangi dinamiklerle ve nasıl bir stratejiyle yıkabileceği sorusunu gündeme getirdim. Kısacası, faşizmi bir devrimle yıkacak stratejik hattı tartışmayı önerdim.
Kapitalizm, tepeden tırnağa örgütlü ve karmaşık bir sistemin adıdır. “Kapitalizme karşıyız, kapitalizm sömürücüdür, kapitalizm yıkılmalıdır” gibi sloganlar kulağa hoş gelse de, kapitalizm somut güçlerden oluşur: Sermayedir, sınıflardır, partilerdir ve nihayetinde, gizli-açık kurumlarıyla şiddet uygulama tekeline sahip olan devlet ve siyasal iktidardır. Tüm bu sistemi ve kurumları temsilen öne çıkan, Erdoğan’da simgeleşen Saray rejimidir. Halkın üçte ikisinin feryat edip gitmesini istediği Saray rejimini ayakta tutan ise, emperyalist ilişkileri, sermayesi, devleti ve kendi faşizan ve dinci fanatik örgütlü, silahlanmış sivil ayaklarıdır. Bugün Türkiye’de, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele ile Saray rejiminin yıkılması mücadelesi iç içedir. Düşmanımızın vücut bulmuş hali, Saray rejimidir ve o yıkılmadan emperyalizme ve kapitalizme dokunulamaz. Saray rejimi de sivil ve resmi şiddet aygıtlarıyla korunmaktadır. Selim veya başka bir arkadaşımız, bu şiddet aygıtlarını alt etmek için devrimci şiddet dışında bir yöntem biliyorlarsa, tartışmaya hazırız. Ancak, Ezop dili kullanarak, devrimci şiddetin zorunluluğunu öne çıkardığımız sınırlı tespitleri karikatürize eden biri, devrim ve iktidar sorununda çok gerilere düşmüştür.
TDH’nin bazı kesimlerinin faşizm sorununu hiç kavramadığını yazmama çok kızarak verdiği cevapla, Selim arkadaşımız da konuyu hiç anlamadığını gösteriyor. Selim arkadaşımız, faşizme karşı mücadeleyi, yukarıda M. Güneş’i suçladığı “vurma kırma” dediği önerilerle birbirine karıştırıyor. Bunu okumamızı önerdiği yazılardan çıkarıyoruz. Oysa faşizme karşı mücadelenin siyasal programı ile faşizme karşı AFMK kurmak apayrı kategoriler; birincisi politik-programatik alana, ikincisi ise mücadele taktikleri ve araçları alanına girer. Siyasal bir iktidar programı olmadan ne faşizmi alt edip inine gönderebiliriz ne de faşizme karşı tüm toplumsal dinamikleri ve tüm anti-faşist siyasal güçleri bir araya getirebiliriz. AFMK ve benzeri örgütlenme biçimlerini küçümsediğim düşünülmesin, faşizme karşı mücadeleden bahsediyorsak bu mücadele araçları zorunluluktur. Kaldı ki faşizme karşı biri taş atıyorsa bile değerli bulurum. Ancak, faşizmin yıkılması sorunu, stratejik düzeyde çok daha farklı bir kategoridir.
Faşizme karşı mücadele ve faşizmi yıkmanın, kendimiz dahil TDH’de tam olarak kavranmadığında ısrar ediyorum. Aynı zamanda, bunun ne denli acil ve varlık yokluk sorunu olduğu da bütün boyutlarıyla kavranmamış durumda. Eğer faşizme karşı mücadeleyi gerçekten ciddiye alıyorsak, onun ne anlama geldiği ve nasıl bir şey olduğu konusunda yanılgıya düşmemeliyiz. Hadi Nazizm, Franco gibi örnekler çok uzakta kaldı; Endonezya ve Şili’de yaşananları da unuttuk. Gazze’yi ise başka bir coğrafya saydık. Peki, hafızalarımızda hâlâ taze olan, yakın tarihte 15’e yakın Kürt şehrinde yaşananlara bakarak faşizmin ne olduğunu nasıl unuturuz? Uçaklar ve tanklarla yüzbinlerce insanın yaşadığı şehirleri bombaladılar. Gerçekten de, Saray faşizmini yıkmak için harekete geçecek güçlere daha mı toleranslı davranacaklarını sanıyorsunuz?
Bu sorunun cevabını, aslında 12 Eylül’ün faş edilen belgelerinden biliyoruz. 12 Eylül’ü hazırlayan faşist generaller varoşlarda direnecek işçileri bastırmak için tankları ve uçakları hazırlıyorlar ve 20 bin kişilik ceset torbası sipariş ediyorlar; 15 bini gecekondularda direnecek işçiler, 5 bini Devrimci Yol başta olmak üzere direnecek devrimci örgütlerin militanları için. İşte bu nedenle, faşizme karşı bu devrimci aklın ve hazırlıkların eksikliğine dair eleştirimi Selim arkadaşımız hiç mi hiç anlamamış, şaşırtıcı bir naiflikle AFMK vb. örnekleri sıralıyor ve konuyla ilgili 20-30 yıl önce yazdıklarını okumamızı istiyor. Tartışmayı bir kere daha gerçek zeminine çekmek, her zamankinden daha elzem hale geliyor.
Bugün her devrim her başkaldırı, Gazze’nin kaderini yaşama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Emperyalizmin bölgesel veya küresel hedeflerine ters olan tüm muhalef güçlere Gazze’den farklı yaklaşmayacaklar. Devrim ve komünizm mücadelesinde ciddi olanlar, bu gerçekliği bilmek ve ona göre hazırlanmak zorundadır. İsrail, bugün burjuva devletlerin prototipidir ve günümüzde her devlet, devrimci muhalefete karşı kendi özgünlükleriyle bir İsrail’dir. Bu, günümüz ulus devletlerin evrensel gerçekliğidir. ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın derinlerinde daha azgın bir İsrail devleti gizlidir. TC devleti, katliamcılıkta İsrail’den hiçbir alanda geri değildir. Bu, tarihsel olarak yeni bir durumdur ve günümüz devrim stratejisi, bu gerçeklik ekseninde inşa edilmek zorundadır. Aynı zamanda, sınıflar savaşı her zamankinden daha çok dünyasallaşmıştır. Yeryüzündeki tüm coğrafyalar ve halklar, emperyalist haydutluğun hedefindedir, hiçbir ülke veya bölge tek başına bu saldırıları durduramaz. Bundan dolayı günümüzün devrimci stratejileri, mücadele görevlerini daha geniş ve enternasyonal bir çerçevede kurgulamak durumundadır.
Selim arkadaşım, Sarayı yıkma önerimi, “salt “Saray’ı yıkmaya” (yani ‘Tayyip’in gitmesine’) indirgenmiş bir anti-faşizmin sığlığı” olarak eleştiriyor. Ancak görünen o ki, ‘Saray’ kavramıyla neyi tartıştığımızın farkında değil. Saray, büyük bir bina değil; bu kanlı, sömürgeci diktatörlüğün ve tekellerin merkezidir. Salt AKP-MHP iktidarı değil, tekellerin sömürgeci diktatörlüğünün kanlı faşist merkezidir. Faşist diktatörlüğün yıkılması hedefi, komünistlerin kendi devrimci ve sosyalist hedeflerini geriye çekme veya gevşetme olarak anlaşılamaz. Tam tersine, bu hedef, bizzat keskin bir siyasal çatışma içinde güç toplamamızı sağlar; bizi devrim sosyalizm hedeflerini gerçekleştirmeye yakınlaştırır. Burada Selim arkadaşımızın göremediği veya görmek istemediği nokta şudur: Ortaya konan tüm tespit ve öneriler, komünistlerin sosyalizm hedefleriyle diyalektik bir ilişki içinde ele alınmıştır.
Saray, Türkiye’de siyasetin, ekonominin, devletin kısacası her şeyin karar vericisidir. Türkiye ekonomisi, süreklileştirilmiş bir savaş rejimine göre düzenlenmektedir; savaş bu sistemin varlık koşulu haline gelmiştir. Bu koşullar altında, soyut ve teorik kalacak bir ekonomi politik eleştirisi, artık geçmişteki gücüne ve etkisine sahip değildir. Aynı biçimde alışıldık politik eleştiri ve teşhir yöntemleri de artık işlevsizleşmiştir. Sermaye, devlet ve tüm sistem, savaş ekseninde örgütleniyor ve bu savaş, öncelikle içeride, tüm emekçilere karşı yürütülüyorsa; devrimci güçlerin de yeni ve günün gerçeklerine uygun bir dil inşa etmesi gerekiyor. Devlet terörü eşliğinde yürütülen faşist düzenlemeleri ve kitlelerin durumunu, yeni bir dil inşasındaki yetersizliğimizden dolayı semptomlar biçiminde açıklamayı tercih ettim. Tüm bu semptomlar, ateş gibi alev almış ve yakıcı sorunlardır.
Süreç içinde Saray, iç ve dış sermayenin desteği ve koşulların zorlamasıyla, devletin hemen bütün araçlarını, yaptırım güçlerini doğrudan kendi merkezinde toplamıştır. Bu, yeni bir durumdur. Kimileri bunu “rejim değişikliği” olarak adlandırıyor; ama bu tanım mevcut gerçekliği tam olarak açıklamıyor. Yaşanan, tam olarak, özgün bir hegemon ittifakın iktidar olarak devletin tüm mekanizmalarını kendi bünyesine eklemlemesidir. Karşımızda olan; sermaye ve devleti, sivil ve askeri birimleri, bu coğrafyanın ve 90 milyona varan nüfusun hemen tüm güç ve olanaklarını, tek adamda temsil edilen bir iktidarın devamlılığına bağlayan bir sistemdir. Bu, çok işlevli bir savaş makinesidir; ekonomik-siyasi-askeri-teknolojik her anlamda devletin kendisini savaş düzeneği olarak reorganize etmesini koşullamaktadır. Ancak bu durum, ne sermaye içinde, ne devlet içinde, ne de ekonomik ve siyasal alanda çelişkilerin bertaraf edildiği anlamına gelmez. Tam tersine, saydığımız tüm alanlar dahil, sistemin bütün kollarında şiddetli bir çatışma sürmekte; toplum da bu savaş düzeyinde bir kargaşa ve gerilim içinde yaşamaktadır.
Bugün Türkiye toplumu, değişik düzeylerde ve farklı alanlarda bin bir türlü operasyonların ve çatışmaların sürdüğü acımasız bir savaş meydanına dönüşmüştür. Bu savaşın cepheleri oldukça geniştir: Kürtlere karşı savaş, Alevilere karşı savaş, köleci çalışma koşullarına mahkûm edilen işçi sınıfına karşı savaş, seküler yaşam tarzından vazgeçmeyenlere karşı savaş, kadınlara, gençliğe, farklı cinsel kimliklilere, toprağını savunan köylülere karşı savaş, yeni gençlik çetelerine karşı savaş ve sistemin tüm kurum ve güçlerinin birbirlerine karşı ve kendi içlerinde yürüttüğü savaş. Ancak devrimciler olarak, bu savaşı ve sermayenin savaş tarihini yalnızca onların eylemleri üzerinden okuyamayız. Rejimin bugünlere uzanan siyasal geçişini, aynı zamanda ’71 devrimci direnişi, 1975-80 arası yükselen mücadele, 12 Eylül faşizmine karşı direnişler ve 1984’ten bu yana kesintisiz süren Kürt özgürlük savaşı üzerinden; yani devrimcilerin kendi tarihi üzerinden de okumak zorundayız. Kendi cephemizden baktığımızda, karmaşık ve giderek şiddetlenen yapısıyla bu sınıf savaşımı arenasında, benzer çeşitlilikte ancak geçmiştekilerden çok daha gelişkin askeri ve sivil mücadele biçimleriyle ve örgütlenme modelleriyle donanmak zorunda olduğumuzu görürüz.
Bu süreç aynı zamanda dünya çapında yaşanıyor ve Türkiye’deki durum bu küresel bağlamdan destek alarak sürüyor. Bugün yeryüzü ve tüm yaşam alanları, savaş politikalarına uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. Dünyasal üretim, “tedarik zincirleri” adı verilen ölüm hangarlarında ve hapishane hücrelerini andıran dijital gözetim ve kontrol merkezlerinde, tam bir savaş düzeni içinde gerçekleştiriliyor. Türkiye, bütün kollarıyla küresel kapitalist ekonominin entegre bir parçası durumundadır. Sistemdeki köklü değişiklikler çok önemli olmakla birlikte, ayrı bir değerlendirmenin konusudur. Burada kurmaya çalıştığımız dil; -ki hâlâ yetersizdir- sürecin gereklerine yaptığımız vurguyu “aşırı askeri” bulanların, dönemin temel gerçeğini kavraması içindir. Faşizmi yıkma sorunu tartışılırken, ‘biz 30 yıl önce AFMK kurmuştuk, 20 yıl önce Kardeşlik Müfrezeleri ve Emeğin Yumruğu üzerine yazmıştık’ vb. gibi bir hazırcevaplığa sahip olanlar içindir.
Yazı, şu eleştirilerle devam ediyor: “Saray’ı (ve devleti) yıktıktan sonrasında nelerin nasıl yapılması gerektiğine dair stratejik bir perspektifin en azından ipuçlarını, bu süreçte izlenmesi gereken örgütlenme ve mücadele biçimleri ile sloganlara dair kendisinin nasıl “somut bir dönem taktiği” önerdiğini görmek istiyor ama bulamıyor.” Selim arkadaşımızın burada da kafası karışık görünüyor ve yine kendisiyle çelişki içinde. Öncelikle, bu platformda yürüyen tartışmanın asıl sorusunu bir kez daha hatırlayalım: “Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji”. Görüldüğü gibi, soru “Saray yıkıldıktan sonra neler yapılmalı?” ile başlamıyor. Bu konuda, kendisi de dahil olmak üzere, görüş belirten hiç kimse “Saray ve devlet yıkıldıktan sonra ne yapılacak?” sorusuna yanıt vermiyor; zaten tartışmanın kendisi de bu değil. Aynı cümlenin içinde bir de “somut bir dönem taktiği” görmedik diyor, peki buraya kadar önerileri “kuyrukçu” ve “maceracı” bulana ne demeli?! Somut bir öneri yok mu yoksa önerilerim “maceracı, vurdu kırdıcı, kuyrukçu” mu, Selim arkadaşım karar vermeli.
Eleştiri yazısı şöyle devam ediyor: “İşbaşındaki taşlaşmış diktatörlükleri yıkma anlamında ‘siyasal bir devrimi’ başardıkları halde Tunus, Mısır, Sudan, Bangladeş, Nepal isyanlarının arkasının nasıl geldiğini belli ki umursamıyor. Bunlar üzerine düşünmek yerine Bulgaristan ve Nikaragua devrimleri gibi naftalin kokan örnekleri anıyor.” Selim arkadaşımız bu pasajla da tartışmanın özünü hiç anlamadığını bir kez daha gösteriyor. Tartışmanın konusu, yakın dönem isyanların genel bir değerlendirmesi değil siyasal devrim. Ve ben devleti yıkıp iktidarı almak üzere başarıya ulaşmış iki önemli devrim deneyimini, Türkiye’deki faşizmi yıkma taktiği bağlamında örnek olarak sunuyorum. Nikaragua’da, uzun yıllara yayılan, şehir ve kırlarda süren gerilla savaşları ve onu destekleyen geniş kitle hareketiyle, ABD emperyalizminin kuklası Somoza’nın faşist diktatörlüğü yıkılmış ve halk iktidarı kurulmuştur. Bulgaristan Devrimi ise, Komintern’in kurucularından olan Bulgaristan Komünist Partisi’nin öncülüğünde, uzun yıllara dayanan silahlı ayaklanma, gerilla savaşları ve Nazi işgaline karşı verilen şanlı mücadelelerle dolu bir tarihe sahiptir. Silahlı mücadeleyle burjuvazinin iktidarını deviren, devleti yıkan ve iktidar olmuş bu iki başarılı devrim deneyini “naftalin kokan örnekler” olarak tanımlıyor. Devamında ise, siyasal devrimi başarmayı bir “ufuk darlığı” olarak görüyor. Başarılı siyasal devrimleri “ufuk darlığı” olarak görmenin Marksizm’deki yeri neresidir, okuyucular karar versin.
Selim dostumuz ne diyor? Eğer ‘siyasal iktidar önemsizdir, devrimde iktidar sorunu önemsizdir’ demiyorsa, burada bana yönelik yaptığı “ufuk darlığı” eleştirisi ne anlama geliyor? Devamında, bu iki “naftalin kokan” devrimin bugününü soruyor ve “devrimler oldu; ya sonra…” diye ekliyor. Liberaller başta olmak üzere tüm devrim ve sosyalizm karşıtları, Paris Komünü’nden günümüze kadar, Ekim Devrimi de dahil olmak üzere, tüm başarılı devrimler için bu ve benzeri soruları sormuştur. ‘Devrimler oldu ama ya sonra..’ diyorlar. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra, Marksizm ve komünizm iddiasındaki birçok parti de aynı soruyu sorarak, sosyalist kampın yıkılışını burjuvazi ve sistemle uzlaşma gerekçesi yaptılar. Ben de çok merak ediyorum: Selim arkadaşımın bu “ya sonra…” sorularına cevabı ne? Bu devrimler olmasaydı mı diyor, erken mi buluyor; onun “ya sonra…”sının cevabı ne? Konumuz yıkılan sosyalist sistemin tartışması olmadığı için bu “ya sonra…” sorusunu geçiyorum.
Buraya kadar tamam, ama Selim arkadaşımın şu yazdıklarını gerçekten anlamlandıramadım: “İnsan zorunluluklar nedeniyle mekan olarak ‘uzaklarda’ olabilir de TDH gerçekliğine kafaca ve ruhça bu denli uzak ve yabancı olmamalı!.. Ayrıca bir konuda kalem oynatmaya kalkmadan önce o konuya dair yazılmış bütün eser ve makaleleri okumadan yazmaya başlamayan Marx’ı gel de bir kez daha saygıyla anma!..” Mehmet Güneş, mekan olarak ve kafa ve ruhça TDH’ne uzak diyor, bunu anladım; ama buradan nasıl ve neden Marks’ı anmaya geçiyor? Selim Açan ve M. Güneş arasındaki tartışmaya, Marks nasıl ve niye giriyor? Burada, gel de gülme demekten başka söz bulamıyorum.
Devrimci hareketteki ekonomist eğilimler üzerine söylediklerimi, Selim arkadaşım Marksizm’den kopuş olarak değerlendiriyor ve diyor ki: “Düşünebiliyor musunuz, dostları ve çevresinin onu hâlâ ‘Marksist’ olarak bildiği M. Güneş… Daha da ileri gidip proletaryanın bilimsel dünya görüşü olan Marksizm’den kopuyor.” Oysa sınıflar mücadelesinde en etkili oportünist eğilimler, tarihsel olarak diğer sınıflardan ziyade sınıfın kendi içinden çıkmıştır. Sınıf her zaman parçalı olduğu için, ondan kaynaklı reformcu ve ekonomist eğilimler hep var olagelmiştir ve bugün de yaşanmakta olan budur. Peki, ne zamandan beri sınıf içi gerici eğilimleri eleştirmek, sınıfın devrimci ve öncü rolünü reddetmek ve Marksizm’den sapmak oldu? Benim bildiğim, sınıf içinden doğan oportünist eğilimleri en keskin şekilde, en çok eleştiren Lenin’dir. Selim arkadaşımın mantığına göre, demek ki işçi sınıfının öncü rolünü en çok reddeden de Lenin’dir!
Öte yandan bugün karşı karşıya olduğumuz, Lenin’in eleştirdiği ekonomizm değil; 21. yüzyılda boy veren, yeni tipte bir ekonomizmdir. Bu eğilimin mottosu; işçi sınıfı kazanılmadan ve fiili olarak mücadelenin öncülüğünü yapmadan bırakın devrim ve iktidar sorununu, herhangi bir başarı bile kazanılamaz, kaderciliğidir. Kadercilik dediğim, milli kriz, devrimci durum ve toplu ayaklanma beklentisine sıkışmış, ‘devrimsiz’ stratejidir. Devrim için kriz ve devrimci durumun gerekliliğini reddetmiyorum; ancak bunun, Ekim Devrimi’nin bir tekrarı olarak anlaşılmasına ve devrimin yalnızca bu beklentiye endekslenmesine itiraz ediyorum. Günümüz kapitalizmi, kriz hatta şiddetli krizlerle var olan ve krizleri yöneten bir yetkinlikte bir kapitalizmdir. Siyasal sistemi de buna uygun olarak, sisteme karşıt muhalefetin güç haline gelmesini engelleyecek şekilde, yeniden yapılanmış ve yetkinleşmiştir. Belki de sorun tam burada; koşullar değiştiğinde eski güç alanları ve mücadele araçları ıskartaya çıkıyor. Yeni güç ve mücadele araçlarını yaratamayan devrimciler, ölüyü canlandırmak misali, eski güç ve araçlara yükleniyor. Bu yeni koşullarda, bildiğimiz sendikalar ve ekonomik haklar mücadelesi bile aynı şekilde sürdürülemez. Eski tip sendikalar ve eski partilerle olmaz. Eski yasadışılık ve eski gerilla tarzı da eski silahlı mücadele tarzı da olamaz. Bu gerçekliği kavrayarak, her alanda bugünün çelişkileri içine oturan yeni, daha ileri örgüt ve mücadele yöntemleri geliştirme zorunluluğunu kafamıza kazımak zorundayız. Bugünün dünyasında, başka biçimde nefes alma şansımız dahi yoktur. 21. yüzyılın dili yeni bir zor dilidir, bu dili öğrenmek zorundayız.
Geniş kesimde hakim ve sürekli tekrarlanan “işçi sınıfı kazanılmadan hiçbir sorun çözülemez” mantığını, klasik ekonomizmden daha geri bir oportünizm olarak görüyorum. Ekim Devrimi ve 1918-24 arası Avrupa’daki işçi ayaklanmaları dışta tutulursa gerçekleşen tüm devrimler, Çin, Küba, Kore, Vietnam, Nikaragua devrimleri, işçi sınıfının örgütlü pratik öncülüğü ile başarılmamıştır. Bu devrimlerde derece derece sınıf çok önemli roller oynamıştır; ama pratik fiili öncülük yapmamıştır. Yanı sıra, başarıya ulaşamamış, yarım kalan veya kanlı bir şekilde bastırılan tüm devrimci kalkışmalarda da sınıfın durumu aynıdır.
Sınıf ve öncülük sorunu bize has bir sorun değil, tüm dünya Marksistlerinin önünde duran evrensel bir tartışmadır. Tartışmanın odağı, “Proletarya öncü müdür, değil midir?” sorusu değildir. Abartı sayılmasın, tüm dünya işçileşiyor; ama işçi sınıfı ne evrensel düzeyde ne ulusal düzeyde siyasal öncülüğü bir yana, ekonomik çıkarlarını dahi savunmakta zorlanıyor. Sorun, günümüz proletaryasının iktidar mücadelesine kazanılmasının nasıl gerçekleştirileceğidir. Kabaca, 1830’larda başlayan ve 1900’lerin ikinci yarısına kadar gelişkin olduğu hemen tüm ülkelerde, proletarya, sınıf bilinci ve örgütlülüğüyle keskin bir politik hareketlilik içindeydi. 1900’lerin başlarında Rusya’da örgütlenme ve eylemlilikte siyasal örgütlerin önünde gidiyorlardı. 1905’teki işyeri sovyetleri de, sonrasındaki işyeri işgalleri ve ayaklanmalar ve silahlı ayaklanmalar da büyük ölçüde sınıfın kendiliğinden yarattığı gelişmelerdir. Nitekim Lenin, sınıf ayaklanması silahlı biçimler alırken, sosyal demokratların tartışmalarıyla alay eder ve hızla silahlanma ile askeri yetkinleşme için çağrı yapar. Ekim Devrimi’nin ön günlerinde sınıf, yine siyasal örgütlerden öndedir ve Bolşevikler, Haziran ayaklanmasını erken bulup ancak zorlukla engelleyebilirler.
Yalnız Rusya değil, Ekim Devrimi sonrası bütün Avrupa, hummalı bir devrimci krize girdi; tüm Avrupa’da bir devrimci durum doğdu denilebilir. 1918 ve devamındaki yıllarda Berlin, Viyana ve Budapeşte’de Sovyetler kuruldu. İtalya, İngiltere ve İspanya’da milyonların katıldığı büyük grevler, fabrika işgalleri ve silahlanan işçi müfrezeleri ile sokaklarda kanlı çatışmalar yaşandı. Bunları tarih bilgisi olarak yazmadım, bir dönemin siyasal atmosferini anlamak için yazdım. Kabaca 1800’lerin ikinci yarısı ve 1900’lerin ilk yarısında, yani bu yüzyıl aralığında, zamanın ruhu sınıftan yana esiyordu. Tüm dünyada unutulmaz bir işçi fırtınası esiyordu; her fabrika, her maden sahası, her işçi havzası bildiğimiz kelime anlamıyla üretim yaparken aynı zamanda kapitalizmin mezarını kazıyordu. İşçi semtileri veya işçilerin yoğunlaştığı şehirler, burjuvazinin korkusunu büyütüyor; peş peşe ayaklanmalar, tüm Avrupa’dan doğuya doğru yayılıyordu. Bu zaman aralığında, bütün dünyada tarihe damgasını proletarya ve komünistler vuruyordu. Leninist parti ve Bolşevik devrimcilik, bu dönemin içinde ama asıl olarak Rusya’nın koşullarında hayata geçirilmişti.
Bolşevikler, sınıfı ciddiye aldılar ama sınıfı birebir sınıf içindeki çalışmalarla kazanmadılar. Şubat Devrimi’nde kurulan sovyetlerde Bolşeviklerin gücü çok zayıftır. İşçi sovyetlerinde Menşeviklerin çok gerisindeler, asker ve köylü sovyetlerinde ise çok daha zayıflar. Başta fabrikalar ve işçi sovyetleri olmak üzere tüm sovyetlerde çoğunluğu, yalnızca sınıf içinde çalışarak değil şiddetli siyasal ve ideolojik mücadeleyle, devrime pratik öncülükle kazandılar.
Bugün tüm dünya işçiye kesmiş ama bu işçiler, yüz yıl önceki proletarya değil; o zamanın proletaryasının gösterdiği örgütsellik ve siyasallık içinde değil. Bu, daha az devrimci, daha hareketsiz veya daha az muhalif oldukları anlamına gelmiyor. Aksine, daha yıkıcı bir muhalif potansiyel taşıyorlar ve bunu, tüm ülkelerde dur durak bilmeyen, yakan, yıkan, ölüm kusan silahların üstüne yürüyen ayaklanma ve isyanlarla, bu isyanların ana gövdesi olarak gösteriyorlar. Sadece bunu, eskiden olduğu gibi adına fabrika veya iş yeri denen ölüm hangarlarından başlatmıyor, diğer toplumsal muhalif kesimlerle sokaklara akarak geliştiriyorlar. Devrimci örgütler olarak; ne kendiliğinden isyan eden, ana gövdesiyle bu isyanlara akan sınıfı örgütleyebiliyor, ne de bu isyanları kapsayabiliyoruz. Bugünün dünyasında, eski örgütlerimiz, eski mücadele tarzımız ve eski savaş araçlarımızla bu ayaklanmalara öncülük edemiyoruz. Klasik örgütlerimiz, öncülük etmek bir yana, seyirci durumuna düşüyor.
TDH’de uzun zamandır sınıf, bir tabu düzeyine yükseltildi ve her türlü eleştiriden azade kabul edildi. Toplumsal ve kitlesel olaylara siyasal beklentilerimizin dışavurumu olarak bakmak ve sınıflar savaşını bu öznellik üzerinden kurgulamak, TDH’nin onmaz hastalığı. Oysa siyasal sınıf savaşını bu düzeyde kavramak, bizzat siyasetten yani pratik mücadeleden uzaklaşmakla sonuçlanıyor.
Sınıf vurgusunu öne çıkaran devrimci örgütlerde, uzun yıllara yayılan kitlelerden kopukluk, çok yönlü zorlamalar yaratıyor. Devrimci örgütler, sınıf hareketinin gerilemesi ile ideolojik söylemleri keskin ve rafine bir düzeye yükselterek sınıf hareketinin yerini doldurmaya çalışıyor. Bunun bugün geldiği aşama; olmayan sınıf hareketinin yerine kendisini, örgütü ikame etmek düzeyine vardı. Türkiye devrimci hareketi, bu aşamanın içinde bulunuyor. Her örgüt, sınıf adına dışındakilere kendi anlayışını dikte ettiği için bırakalım stratejik hedeflerde bir araya gelmeyi, acil güncel sorunlarda bile birlikler oluşamıyor. Bu “ideolojik ikamecilik”, biz de dahil derece derece bütün örgütlerde görülüyor.
Davaya bağlılık, devrimci iradenin öne çıkarılması, altı boş bir özgüven ve komünizme iman gibi aşırı ideolojik vurgular, sınıfsızlığın ve kitlelerden kopukluğun örtüsü haline geliyor. Yıllardır süregelen bu kapalı devre siyaset ve bunun biricik devrimci seçenek olarak sunulması, bütün diğer boşlukları gizleyen bir örtü vazifesi görüyor. Anın görevi, kitlelerin eylemlerini devrimcileştirmek; bunun dilini, örgütünü, birleşik mücadele kurumlarını yaratmaktır. Bu görev yerine getirilmeden, örgüt sorununun çözülmesi hayalden öteye, pratiksiz oyun oynamaktır. Bu tartışmanın konusu stratejidir ve strateji sorunu devrim sorunudur. Bugün devrimci hareketin tümüne yönelik eleştirilerimiz, derece derece kendi özeleştirimizdir. Devrim için ileri yanlarımızın farkındayız; ancak bunlar var olan güçsüzlüğü ve etkisizliği aşmamıza henüz yetmiyor.
Kabaca 12 Eylül’den günümüze, sınıflar savaşını öznellikler üzerinden kurmanın nasıl bir boşluk yarattığını somut olarak görebiliriz. 12 Eylül’den sonraki ilk grev olan Netaş grevi üzerine yazılanlar hatırlanırsa,[4] devrimci hareketin genelinin, sınıflar savaşına nasıl bir sübjektivizmle yaklaştığı anlaşılır. Netaş grevi sonrası hemen tüm örgütler, yasadışı olanlar dahil, bu greve milat anlamı yüklediler. Bu grev önemsiz değildi; ama sadece 12 Eylül sonrası ilk ekonomik grevdi. Bu grev üzerinden politik sürece ilişkin yanılgılı değerlendirmeleri bir tarafa bırakıyorum. Vurgulamak istediğim asıl nokta, Netaş grevinin hareketin tümünde bir rota değişikliğinin miladı olmasıdır; yasadışı ve silahlı örgütler dahil, tüm örgütler yeniden işçi sınıfını keşfettiler ve en yüksek düzeyde sınıf mistifikasyonu, hatta tapıcılığı hâkim hale geldi. Yine Zonguldak maden işçilerinin Ankara yürüyüşünde fırıldak sendika başkanına sınıf adına önderlik teklifleri yapıldı. Bugün “Metal Fırtına” övgücülüğü devam ediyor. Bu düzeyde öngörüsüzlük ve hayalcilik tam olarak mistifikasyon ve kaderciliktir.
Ben, hiçbir yerde işçi sınıfının öncü rolünü tartışma konusu yapmadım, sınıfı kazanmak için yapılan çalışmaları eleştirmedim. Eleştirdiğim konu çok açık: Yıllardır, kesintisiz ve bila istisna tüm örgütler, sanki karşı çıkan varmış gibi sınıfı kazanma gerekliliği üzerinden birbirlerini eleştiriyorlar. Aynı zamanda, sokağın acil görevlerini, faşist saldırılara karşı devrimci görevleri ve güncel devrimci görevleri bile sınıfın kazanılmasına bağlayarak yanlış ve kaderci bir duruş sergiliyorlar. Tartışma ve eleştirilerimin temel amacı da birilerini mahkum etmekten çok işçi sınıfının yeniden savaş meydanlarına dönmesinin yolu ve yöntemleri üzerinedir. Benzeri sınıf güzellemelerine Lenin’in cevabı da bilinsin: “Bir kere daha “sınıf” kelimesinin aşırı (ve çoğu zaman budalaca) tekrarı ve sınıf konusunda partinin görevlerinin küçümsenmesi, sosyal demokrasinin, proletaryanın acil ihtiyaçlarının gerisinde kaldığını haklı çıkartmak için kullanılmaktadır.”[5]
Sorun işçi sınıfının en geri taleplerine teslim olup kuyrukçuluk mu yapacağız, yoksa işçi sınıfını düzenin ve sermayenin tüm alanlarında gerilime sokup devrimcileştirecek /özneleştirecek/ failleştirecek miyiz? Zor olan ikincisidir ve sınıfı daha ileri devrimci hedeflere çekecek olan da ikincisidir.
Burada söylediklerime, hak mücadelelerinin küçümsenmesi veya sınıf inkarı olarak itiraz edileceğini biliyorum ve buna rağmen yazıyorum: Yıllardır devrimcilerin sınıfa ilişkin tüm söylemleri ve eylemleri, ücret mücadelesi çerçevesine hapsolmuş durumda. Faaliyetler grev destekleme, sendikal örgütlenme ve hak kayıplarını engelleme etrafında dönerken, sürekli parçalı eylemler ve direnişler sürmektedir; bu durum günümüzde daha da artarak devam edecektir. Çünkü sermaye, kârını yükseltmek amacıyla tam köleliği zorlamaktadır. Yıllardır devam eden ve sistem içi hak talepleri düzeyini aşamayan siyasal faaliyetler, yalnızca sınıfın değil, aynı zamanda sınıf mücadelesi yürüten örgütlerin de devrim ve komünizm perspektiflerini unutmasıyla sonuçlanmıştır. Sınıfa dönük güzellemeler ve hayıflanmaların hep hak mücadeleleri aşamasında kalması ve bunun kanıksanması, bu unutuluşun bir kanıtıdır. Bu yazdıklarımdan, işçilerin varlık yokluk sorunu halini almış ekonomik haklar için mücadelesini küçümsediğim veya yok saydığım sonucunu çıkaranlar olabilir. Yine sabah akşam komünizm, devrim sloganları önerdiğim düşünülebilir. Ancak bunları yazma amacım, sınıfla ilişkimizin gerçek durumunu görüp bu temelde bir iç muhasebeye çağrıda bulunmaktır.
Strateji, askeri bir terimdir; Lenin’de strateji kavramı geçmez. Ünlü “İki Taktik” broşürü, iki ayrı stratejiyi, taktik terimi üzerinden tartışır. Strateji kelimesi, devrimci mücadeleye önce Troçki tarafından dahil edilmiştir, Stalin ve Komintern döneminde devrim mücadelesinin vazgeçilmez temel kavramlarından biri haline gelmiştir. Savaş ve strateji, birbirinden ayrılmaz bir bütünlük oluşturur. Tarihte savaşlar ve strateji gibi savaşlar ve devrimler de iç içedir; dünya devrimler tarihi bir anlamda savaşlar tarihidir. Her tarihsel dönem, birçok kurum, kavram ve araç yaratır ve bunlar her dönemde değişikliğe uğrar; ama devrim mücadelesinde güç ve silah giderek öne çıkmıştır. Günümüzde, devletler siyaseti dahil her türlü siyaseti savaştan ayıramayız; devrimci mücadelede ise savaş ve siyaset her bakımdan iç içe geçmiş ve bu geçmiş dönemlerden çok daha öne çıkmıştır.
Devrimden ne anlıyoruz? Devrim, burjuvazinin iktidarını zor yoluyla yıkmak, devlet mekanizmasını parçalayıp dağıtmaksa; başarılı veya başarısız tüm devrimler, tarihte savaşlar yoluyla olmuştur, bunun istisnası yoktur. Devrim ve savaş, diyalektik ilişki içindedir; devrimler ya savaşların sonucunda gerçekleşmiştir veya egemenler savaşlara daha çok devrimleri önlemek için başvurmuştur.
TDH, strateji sorununu kavramamıştır, bu konuda ciddi eleştirilerimiz var. Strateji konusunda temel eleştirimiz, Ekim Devrimi deneyinin Komintern tarafından tüm dünya partilerine dayattığı “toplu ayaklanma” stratejisine yaklaşım üzerinedir. Komintern partileri devrimi işçi sınıfının öncülüğünde “toplu ayaklanma” stratejisine bağlı olarak ele alınır. Oysa bu strateji, yalnız Ekim Devrimi’nde gerçekleşmiştir. Çin, Küba, Kore, Vietnam dahil sonraki tüm devrimler, uzun süreli halk savaşı ve gerilla savaşlarıyla zafere ulaşmıştır. Günümüzde, Marksizm-Leninzm’de kararlı olan devrimci örgütler, çoğunlukla işçi sınıfının öncülüğünü Ekim Devrimi tarzı, toplu ayaklanma olarak anlıyor; devrimin askeri görevlerini bu stratejiye bağlıyorlar. Emperyalizmin geldiği aşamada bu strateji, bugün için tüm geçerliliğini yitirmiştir. Zaten, 1917’den bugüne 100 yılı aşkın bir zamandır bu strateji hiçbir yerde başarı kazanmamıştır.
Bu konuya, “Devrimci Savaş Stratejisi” başlıklı yazımızdan alıntıyla devam edeyim: “Rus Devrimi’nin aşamaları incelendiğinde nasıl her boyutuyla Rusya’nın özel koşullarının ürünü olduğu apaçık ortadadır. Rusya’da devrim süreçlerinin taktik ve stratejik yönelimleri Lenin veya Bolşeviklerin önceden harfi harfine belirledikleri planlara uygun gelişmedi 1905, 1917 Şubat ve Ekim Devrimi paratikleri üzerine yapılan yoğun ve sert tartışmalar biliniyor. Onu, yıllar boyu her ülkede benzer biçimde uygulama çabaları softalığın dikalasıdır. Bütün çabalara karşın hiçbir yerde Ekim Devrimine benzer veya yakın başarı bir yana bütün taklit denemeleri başarısız olmuştur. Her parti kendisini daha önceki tarihsel deneylerin örneğinden yola çıkarak oluşturur ve bu daha önceki devrim ve kalkışma deneylerinin dersleriyle doludur. Lenin stratejisini oluştururken önünde yalnız Komün deneyi vardır. Bu konuda zamanın sosyal demokrat partileriyle aynı çizgideyken, Rusya’nın otokratik koşulları ve daha önceki Rus devrimci geleneklerinin deneylerinden aldığı derslerle kendi yolunu çizer. Çin, Vietnam, Küba devrimleri de aynı enternasyonal deneylerin üzerinden başlamış ama zamanla kendi ülke gerçekleri ve savaş içinde inşa edilmiştir. Bugünün partisi birtakım kalıplar üzerinden değil, bütün bu deneylerin dersleriyle ve yeryüzünde daha önce görülmemiş bir çapta ve büyüklükte yükselen kitlesel isyanlar ve mükemmeleşmiş bir karşı devrim kompleksine dönüşen, emperyalist küresel hakimiyetin gücü ve kırılması gerçekliği üzerinden oluşturulmalıdır.”[6]
Devrim mücadelesi, komünistlerin kendi varlıklarını er geç kazanacak biricik bilimsel gerçek avuntusuna yatırmak yerine; çelişkiler, dinamikler, hareketlilik içindeki kesimler ile bu temelde var olan güç ve öznelerle temaslar, ittifaklar, birlikler arayarak yol açabilir. Bu gerçekler üzerine oturan bir çizgi oluşturmadan, biteviye ve bıktırıcı birlik çağrıları gibi sınıf güzellemeleri ve Leninizm slogancılığı boşluğa yumruk sallamak dışında, sadece kendini kandırmaya hizmet eder. Kendisini hayata geçirecek dinamiklerden, araçlardan ve pratikten yoksun bir teori, ne kadar doğru olursa olsun, bu teoriye sahip olanları başarıya götürmez. Stratejik bir bütünlük üzerine inşa edilmeyen bir devrim düşü, hep düş olarak kalmaya mahkûmdur. Marks, yığınların teoriyi kavramasından söz etmez; “teori yığınları kavradığı oranda maddi bir güce dönüşür.” der.[7]
Strateji sorununu tartışırken, üzerinden atlayamayacağımız bir başka temel sorun devrim partisinin ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığıdır. Yalnız devrimciler için değil, düzen karşıtı her hareketin varlığını koruyabilmesi, düşmanının uzanamayacağı bir zemine sahip olmasını gerektirir. Bu anlamda bağımsızlık sorunu, her zaman varlık yokluk sorunudur ve günümüz dünyasında ve Türkiye’de, yeraltı, özgür alanlar çok daha yaşamsal bir gerçeklik haline gelmiştir. Birileri yine “biz zaten biliyoruz” diyecek ve bir tarihlerde yazdıklarını okumamızı önerecektir ama yazılanlar ve pratik üst üste düşmüyor. Dünya pratiği bize ne söylüyor? Rusya’da devrim partisi hemen hep yeraltında mücadele etti. Çin, Küba, Vietnam devrimleri daha çok dağlarda gerilla savaşları vererek başarıya ulaştı. Faşizme karşı en büyük direnişlerin yaşandığı Fransa, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan vb. gibi ülkelerde tüm direnişler yer altında örgütlendiler.
Dünya devrim süreci, her biri başarılı ve yarım kalan devrimlerle muazzam bir birikim oluşturuyor. Bu devrimler, hem birçok bakımdan benzerlikler taşıyor hem de hepsi kendine özgü ve biricik model oluşturuyor. Bu zengin birikimden bazı temel dersler ve sonuçlar çıkarabiliriz. Bugünün devrim stratejisi, bir tarihsel dönemin modellerine indirgenemez ancak bugünün yürüyen kitlesel dinamikleri üzerinden, içinde yaşadığımız gerçek dünyanın gerçek çelişkilerinden kaynaklanan, gerçek kitlesel dinamiklerle bağlantılı olarak yeniden inşa edilebilir. Yani, somut durumun somut analizinden yola çıkılır.
Bu girişten sonra, Türkiye devriminin stratejisini hangi eksenler üzerine inşa edebiliriz? En başta muazzam dünya devrim deneyleri kuramsal temelimizi oluşturur. Ek olarak, yüz yılı aşan Türkiye ve Kürdistan devrim sürecinin derslerini özümseyerek ve günümüz dünya, bölge ve ülke gerçekliğinin somut dinamikleri üzerinden, yaşanan sınıf çelişkilerini temel alarak stratejimizi yeniden inşa edebiliriz. Strateji tartışmalarında bir başka önemli sorun, stratejinin nesnel gerçekler ve güncel güçler dengesinde sağlam ve tutarlı bir ilişkiye oturmasıdır. Bununla birlikte, asıl pratik güç olarak devrim anına kadar yaşama müdahale etme, hedeflerini gerçekleştirme, burjuva ve faşist güçleri engellemede yetkinleşmesidir;kendi iradesini düşmana dayatma yeteneğini kazanmasıdır.
Tüm Marksist alemde var olan stratejileri, yaşam buharlaştırdı. Strateji, var olan gerçekliğin bilince çıkarılması ise, şimdiye kadarki tüm stratejiler nesnel gerçeklik karşısında boşluğa düştüler. Yeryüzünde kitlelerin hareketi, bilinen stratejilere göre değil, kendi kanallarından akıyor. Marksizm iddialı stratejiler, yürüyen bu hareketleri değil, strateji olarak kabul ettikleri kendi alamet-i farikalarını yaşama dayatmaya çalışıyorlar. Bir kez daha vurgulamak gerekir ki; stratejiler, dünya devrim sürecinin muazzam birikimi ve kazanımından habersiz oluşturulamaz. Öte yandan tüm yeryüzü tarihte görülmedik bir altüstlük yaşıyor. Bugün, hem zengin tarihsel birikimimizden temel dersler çıkarmadan hem altüst olan dünya nesnelliğini kavramadan devrimci bir strateji inşa edilemez.
Okuyucunun sabrını fazlasıyla zorladığımın farkındayım, bu nedenle noktalıyorum. Yukarıda söylediğim gibi afaki bir tartışma yapmadığımız gibi tam olarak yarın değil, bir saat sonra hem dünyada hem bölgemizde beklenmedik saldırılarla karşılaşacağımızı bilerek, bunun sorumluluğu ve ağırlığı altında, şimdilik bu kapsamla yetiniyorum. Ama hem Kürt mücadelesinin yeni yönelimleri, hem Saray rejiminin CHP’yi teslim alma hamleleri, hem de tüm devrimci hareket üzerinde süren baskılar karşısında somut siyasal ve pratik mücadele görevlerimiz üzerine hazırladığım çalışmamı Sendika.Org bu tartışmayı sonlandırmış olursa devamlı yazdığım mecralarda yayınlayacağımı belirtmiş olayım.
[1]Perry Anderson, Tarihsel Materyalizmin İzinde, Belge Yayınları, sf.37
[2]1994 tarihli Faşizm, Mücadele ve Antifaşist Mücadele Komiteleri (AFMK’lar) Üzerine Notlar başlıklı yazınızı internet üzerinden bulamadım, kaynak gösterirseniz okurum.
[3]Selim arkadaşımın iddiası şu: Halkçı demokratizmi 1990’ların P-C’sine öykünerek hortlatan M. Güneş, bir de P-C gibi kendisi dışında kimsenin hakkını teslim etmiyor!
[4]Genç kuşaklar elbette ki Netaş Grevi’ni bilemez; ancak onlar içinde de örgütlü olanlar, muhtemeldir ki 12 Eylül sonrası, yenilgi havasının dağılmasında Netaş’ın bir milat olarak ele alındığını kendi yazınlarından okumuşlardır.
[5]Bu alıntıyı, Marksist Teori’de yer alan Lenin’in “Yeni Görevler Ve Yeni Güçler” makalesinin çevirisinden yaptım. https://www.marksistteori6.org/57-teoride-dogrultu/sayi-11-mart-nisan-2003/166-yeni-gorevler-ve-yeni-gucler-v-i-lenin-1.html
[6]Devrimci Savaş Stratejisi Üzerine, Komün Dergi sayı 8 (http://komundergi16.com/devrimci-savas-stratejisi-uzerine-kolektifin-sesi-komun/)
[7]Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınlar, sf. 201