Rojava, Demokratik Konfederalizm’in çizdiği çerçevede bir devrimin varabileceği son noktaya gelmiştir, bundan ötesine geçmeyi Rojava’dan bekleyemeyiz çünkü politik programı buna izin vermemektedir. Beklenti içinde olmak komünistlerin kendi görevlerini başka siyasi akımlara yüklemesi anlamına gelir. Rojava, ezilenler cephesinde kuşkusuz mülksüzlerin, işçi hareketinin uluslararası pratiğinin bir parçası olarak görülmelidir

Rojava (Batı Kürdistan), Kürdistan’ın en küçük parçası olarak 2011’den itibaren adını duyurmayı başardı. 2011’den önce bir avuç yazar çizer dışında Rojava’ya dair ne derin bir bilgiye ne de bir ilgiye sahiptik. Üstelik yalnızca Kürdistan veya Ortadoğu bölgesi açısından değil tüm dünya özellikle IŞİD’e karşı kadın, erkek, genç, yaşlı her kesimden toplumun bir bütün olarak vermiş olduğu ölüm kalım mücadelesiyle Kürtleri ve Rojava’yı tanımış oldu. Devrimi motorize eden en temel mesele elbette Kürdistan’ın parçalanmışlığı ve ezilen ulus sorunuydu.
Rojava da tıpkı Paris Komünü, Ekim Devrimi gibi savaş içerisinde kendini var etti. Bu sefer iki devletin birbiriyle savaştığı değil Suriye’nin diktatörü Esad ile sözde ona muhalif görünen cihadistler arasında 2011 yılında bir iç savaş patlak verdi. Elbette bu iç savaş Suriye’ye ulaşmadan önce popüler ismiyle ‘Arap Baharı’ Libya, Tunus, Yemen, Mısır gibi ülkelerde kol geziyordu, Suriye’de bu ‘bahar’ın parçası oldu. Böylece Kürdistan’ın en küçük parçası Şam hükümetinin güçsüz olduğunu gördüğü andan itibaren kendini iktidar olarak örgütlemeye başladı. Diğer yandan da Özgür Suriye Ordusu \ Suriye Ulusal Konseyi şeklinde örgütlenen fakat Kürtlere ve Kürdistan’a Esad’tan pekte farklı bakmayan Arap şovenizmiyle arasına mesafe koyup kendi bayrağını göndere çekti. Devamında ise kendini meclisler, konseyler, komünler, kantonlar olarak örgütleyen, bir devletin sahip olduğu tüm kurumları bünyesinde barındıran ve bugün de Suriye’de kriz yaratan bir başlığa dönüştü. Yalnızca bugün değil; Esad, Rusya’nın desteğiyle iktidarda kaldığı günlerde de; emperyalist devletlerin işbirliğiyle iktidarın HTŞ’ye devredilmesinden sonra da Suriye’nin ‘toprak bütünlüğü, ulusal birliği’ gibi bir dizi başlık altında ifade edilen esasında Rojava’da ortaya çıkmış iktidarın nasıl tasfiye edileceği meselesiydi.
Rojava, Paris Komünü’nden farklı fakat Ekim Devrimi’ne benzer olarak öncesinde belirli hazırlığı olan politik bir gücün programıyla yönetilmiş bir devrimdir. Devrimin politik gücü; kaynağını Kuzey’deki PKK hareketinden alan PYD’dir. En başından beri Rojava’da ortaya konulan politik program ve kurumların inşa temeli Abdullah Öcalan’ın teorize ettiği Demokratik Konferderalizm’den kaynağını almıştır. Rojava; Paris’teki gibi koalisyon şekilde bir dizi politik akımın yönetiminde değil tıpkı Ekim Devrimi’nde olduğu gibi sıkı örgütlenmiş, ne yaptığını bilen, net bir politik çizgisi olan tek bir hareketin öncülüğünde açığa çıkmıştır, şimdi de çıktığı gibi devam etmektedir. Paris Komünü, Fransa’nın bir şehrinde ortaya çıkarken; Rojava Devrimi, Rojava Kürdistan’ın tüm şehirlerinde eşgüdümlü olarak ortaya çıkmıştır. Fakat elbette özellikle Türk Devleti ve ona bağlı cihadist grupların (aynı zamanda Rusya-ABD’nin oluruyla) Êfrîn, Sêrê Kanîyê ve Gre Spî gibi şehirleri eşitsiz savaş içerisinde kaybedilmiştir. Tüm bunlara rağmen Rojava Yönetimi, kaybedilen yerleri geri almak hedefini korumakla beraber Arap halkının belirli kesimleriyle de ittifaklar geliştirerek Deyri Zor, Rakka gibi Kürdistan dışında kalan topraklara doğru yönetimini genişletmiştir.
Rojava, kendini proletarya diktatörlüğü olarak örgütlemese de; Rojava’da mülkiyet ilişkilerinin gelişkin olmadığını, 2011 öncesinde Kürtlerin zaten mülk edinme haklarının bulunmadığını, Şam-Halep gibi şehirlerdekine benzeyen bir üretim ve pazar ilişkilerinin oluşmadığını biliyoruz. Bu devrimin sosyal tabanını zaten mülksüz olan köylü ve işçilerden oluşan ezilen ulus problemini de bağrında taşıyan bir halk oluşturmuştur. Rojava, temsil ettiği program Marksist bir sosyalizme çıkmasa da kendini sosyalizmin bir geleneği olarak tarif etmesi, uygulamada açığa çıkan anti-tekelci, komün üretimine dayanan, politik olarak demokrasiyi tabandan örgütleyen yapıları itibariyle küçük burjuva devrimcisi, demokratik, halkçı, sosyal demokrat bir programa sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bunu bugünün sınırlarında söyleyebiliyoruz çünkü Rojava hâlen esasında savaş ekonomisiyle yönetiliyor, geleceği belirsiz ve bir geçiş dönemi özelliğini taşıyor. Taşlar tas tamam yerine oturduğunda (böyle bir ihtimal var mı o da tartışmalı) Rojava Devrimi’nin politik öncüsü tekelci kapitalizm karşısında politik, ekonomik ve askeri olarak nasıl bir yol izleyeceği, nasıl adımlar atacağı Demokratik Konfederalizm teorisinin sınandığı somutluk olacaktır. Fakat şimdiden politik ve askeri olarak şunları söylemek mümkündür: Rojava, kendini devletsiz, özerk, yerel, yerinden, öz yönetim şeklinde tarif etse de ortada devasa güce sahip, merkezileşmiş ve merkeziyetçi eğilimleri taşıyan bağımsız bir devlettir. Bu devletin sahiplerinin kendini devlet olarak ilan etmemesi veya emperyalist kurumlar tarafından devlet olarak tanınmaması Rojava’yı bağımsız bir devlet yapısı olmaktan çıkarmıyor. 100.000’lere varan ordusu, on binlere varan iç güvenlik birimleri, mahkemeleri, üniversiteleri, bakanlık düzeyinde kurumları, yurtdışında elçilik şeklinde çalışan kurumları, kendi finansal yönetimi, bağımsız toprak parçası konumu ve daha bir sürü devleti devlet yapan olguları karşılayan özelliğe sahip örnek sıralanabilir. Rojava askeri ve politik açıdan tek bir elden, merkezi bir şekilde sevk ve idare ediliyor. Böylece her devrimin sorunu olan iktidar, otorite meselesi hiç de anarşist akımın veya Demokratik Konfederalizm’in bahsettiği gibi anti-iktidar, anti-otorite çizgisiyle çözülemiyor. Tarih somut eldeki malzemeyle mevcut koşullarla yapılan bir iştir. Eğer Rojava kendini en baştan itibaren sıkı bir iktidar ve otorite olarak devlet tipinde örgütlemeseydi bir gün dahi ayakta kalamaz ne IŞİD’e, Türk Devleti’ne ve onun çetelerine karşı direnebilir ne de düşmanlarını masaya getirebilirdi. Emperyalist devletlerin muhatap alması, destek vermek zorunda kalması da mümkün olamazdı.
Fakat tüm bunlara rağmen Rojava politik program itibariyle ezilenler cephesinde yer alsa da, temsil ettiği iktidar egemenleri rahatsız eden türden olsa da bir proletarya diktatörlüğü değildir. Program olarak, şeklen tıpkı Güney Kürdistan’ın Irak ile kurduğu ilişkiye benzer bir statü arayışı içindedir. Bu yeni de değildir, ortaya çıktığı ilk andan itibaren kendini Suriye’nin bir parçası olarak tarif etmiş, her ne kadar bağımsız bir devlet gibi örgütlense de karşısına çıkan muhataplar ile (dün Esad’dı, bugün Colani) elinde tuttuğu güç itibariyle Suriye’nin ‘birliği, bütünlüğü’ çerçevesinde bir formül arayışında olmuştur. Rojava’nın 14 yıldır başta Kürdistan’ın diğer parçalarına kendini taşıma, bölgenin ve dünyanın geri kalanına bu gözle bakan enternasyonalist bir perspektifi yoktur. Demokratik Konfederalizm (Marksizm’i aşmış olarak tarif edilen sosyalizm) çerçevesinde devrimi yaymak değil sıkıştırmak, ulusal sınırlara üstelik Kürdistan için bir parçaya ve daha da kötüsü kendini ezen devletin ulusal sınırlarına sıkıştırmak olmuştur. Olan şudur; Suriye devletine (kim yönettiğinden bağımsız) bağlı olunacak merkezi devlet olarak kabul edildiği Rojava’daki kazanımları koruyan bir işleyiş oluşturmak, hem Türkiye’den hem de Suriye’den gelebilecek savaş ve işgal tehlikesini bertaraf eden bir dengeye kavuşma isteğidir. Bu ABD ve diğer emperyalistlerin de istediği türden bir arayıştır. Bağımsız bir Kürdistan’ı yalnızca bölgedeki işgalciler değil aynı zamanda statükoyu korumak isteyen emperyalistler de istememektedir. Her devrimin sorunu iktidarı elde tutmakla beraber; devrimin yayılıp birbirinin yardımına yetişmesi sorunudur. Ne Rojava’nın yardımına yetişecek devrimler ortaya çıkmıştır ne de Rojava’nın böyle bir eğilimi olmuştur. Haliyle geriye kalan seçenek mevcut koşullar da hesaba katıldığında Rojava’nın tasfiye olmamak için emperyalistlerin de baskısıyla bir şekilde Şam’daki HTŞ ile anlaşmak zorunda kaldığı bir süreçle karşı karşıyayız.
Rojava, Demokratik Konfederalizm’in çizdiği çerçevede bir devrimin varabileceği son noktaya gelmiştir, bundan ötesine geçmeyi Rojava’dan bekleyemeyiz çünkü politik programı buna izin vermemektedir. Beklenti içinde olmak komünistlerin kendi görevlerini başka siyasi akımlara yüklemesi anlamına gelir. Rojava’daki devrim eğer Kürdistan’ın tamamını hedefleyen bir perspektifle bağımsızlıkçı zeminde derinleşmemişse, bölgenin ve dünyanın geri kalanıyla enternasyonal bir iş yapılamamışsa, proletarya diktatörlüğü şeklinde kendini örgütleyememişse bu Rojava’nın ve onu yöneten politik hareketin değil komünistlerin kabahati ve eksikliğidir. Rojava tastamam kendi politik programı doğrultusunda, yapmak istediği şekilde hareket etmektedir. Başkaca şeyler yapılabilirdi denilecekse bunun için de başka bir siyasi akımın yani komünist hareketin kendini var etmesi gerekirdi demek lazım. Öteki türlü Rojava’ya dolayısıyla devrimi yöneten politik akıma dışardan akıl vermek olur. Rojava Devrimi’ni kendi somutluğu içerisinde ele almak ve komünistlerin dünya üzerinde ne ulusal ölçekte ne de uluslararası temelde bir birliğe, bunun karşılığı olarak komünist partiye sahip olmadığını bilerek konuları tartışmak bizi bu gevezelikten kurtarır.
Sonuç olarak; Rojava, ezilenler cephesinde (öncüsünün de kendini sosyalist olarak tarif ettiğini göz önüne alırsak ve yapılan işlere de baktığımızda) kuşkusuz mülksüzlerin, işçi hareketinin uluslararası pratiğinin bir parçası olarak görülmelidir. Rojava’yı ne dar bir ulusal hareket olarak tarif edebiliriz ne de ona taşımadığı proletarya diktatörlüğünü atfedebiliriz. Rojava Devrimi’ni ve Demokratik Konfederalizm’i; sosyalizm zemininde muhatap alarak tartışmak zorundayız. Böylece ortaya çıkan çizgiyi; burjuva milliyetçilerinin anladığı gibi ‘teslimiyet, işbirlikçilik, ulusal olmayan’ gibi ölçülerle değil Rojava’nın savunduğu sosyalizmin neden mümkün olamayacağı üzerinden yani olması gerektiği gibi en tepeden, en doğru yerden yakalayıp muhatap almış oluruz.